|
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla |
|
|
طٰهٰۜ Tâ. Hâ. |
1 |
|
مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ Biz Kur’ân’ı sana, lüzumundan fazla ibadetle kendini yorarak sıkıntıya düşesin, kavmin küfürde ısrar ettiği, senin peygamberliğine iman etmediği için, tebliğde bulun-duğun muhataplarının ters ve düşmanca davranışları dolayısıyla üzülesin, bedbaht olasın diye indirmedik. |
2 |
|
اِلَّا تَذْكِرَةً لِمَنْ يَخْشٰىۙ Ancak Allah’a saygı duyan, korkan kimse için öğüt olarak indirdik. |
3 |
|
تَنْز۪يلاً مِمَّنْ خَلَقَ الْاَرْضَ وَالسَّمٰوَاتِ الْعُلٰىۜ Yeri ve yüce gökleri yaratanın katından, bölüm bölüm indirdik. |
4 |
|
اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى Rahmet sahibi, Rahman olan Allah Arş üzerinde, sınırsız kudret ve iktidar makamında hükümranlığını kurdu. |
5 |
|
لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرٰى Göklerdeki varlıkların ve imkânların, yerdeki varlıkların ve imkânların, bu ikisinin arasındaki ve toprağın altındaki varlıkların ve imkânların tamamı O’nundur, O’nun tasarrufundadır. |
6 |
|
وَاِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَاِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَاَخْفٰى Sen, dileğini, duanı yüksek sesle söylesen de, gizlice niyazda bulunsan da far-ketmez. O fısıltıyı da, gizliyi de, gizlinin giz-lisini de bilir. |
7 |
|
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى O Allah’tır, Allah. Hak ilâh yalnızca O’dur. En güzel isimler onundur. |
8 |
|
وَهَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ مُوسٰىۢ Mûsâ’nın hayat hikâyesi sana ulaştı mı? |
9 |
|
اِذْ رَاٰ نَاراً فَقَالَ لِاَهْلِهِ امْكُـثُٓوا اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَاراً لَعَلّ۪ٓي اٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِقَبَسٍ اَوْ اَجِدُ عَلَى النَّارِ هُدًى Hani o bir ateş görmüş ailesine: 'Burda bekleyin. Gözüme, dostluk parıltısı saçan, yüreğimi ısıtan bir ateş ilişti. Belki size alevli bir eğsi-köz getiririm. Yahut ateşin yanında bir yol gösterici bulurum.' demişti. |
10 |
|
فَلَمَّٓا اَتٰيهَا نُودِيَ يَا مُوسٰى Ateşin yanına vardığı zaman: 'Ey Mûsâ!' diye seslenildi. |
11 |
|
اِنّ۪ٓي اَنَا۬ رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ 'Ben, senin Rabbin, benim. Hemen sandaletlerini çıkar. Sen kutsal Tuvâ vâdisindesin.' |
12 |
|
وَاَنَا اخْتَرْتُكَ فَاسْتَمِـعْ لِمَا يُوحٰى 'Ben vahy ile irtibat kurmak için hayırlı biri olarak seni seçtim. Şimdi sana vahyolunacak şeyleri dinle.' |
13 |
|
اِنَّـن۪ٓي اَنَا اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدْن۪يۙ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ لِذِكْر۪ي 'Benim, ben. Allah’ım. Yalnızca ben hak ilâhım. Beni ilâh tanı, candan müslüman olarak bana teslim ol, saygıyla bana kulluk ve ibadet et, benim şeriatıma bağlan, bana boyun eğ. Devamlı beni hatırında tutman, beni zikretmen; lütfumla, seninle ilgilenmem için namazı âdâbına riayet ederek, aksatmadan kıl.' |
14 |
|
اِنَّ السَّاعَةَ اٰتِيَةٌ اَكَادُ اُخْف۪يهَا لِتُجْزٰى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا تَسْعٰى 'Herkes, peşinde koştuğu şeye göre, hak ettiği karşılığı bulsun diye, vaktini gizlemekte titizlik gösterdiğim kıyametin kopacağı an kesinlikle gelecektir..' |
15 |
|
فَلَا يَصُدَّنَّكَ عَنْهَا مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهَا وَاتَّـبَعَ هَوٰيهُ فَتَرْدٰى 'Kıyamet gününe iman etmeyen, şahsî arzu ve ihtiraslarına uyan kimseler sakın seni ondan, Kıyamete inanmaktan alıkoymasın. Sonra helâk olursun.' |
16 |
|
وَمَا تِلْكَ بِيَم۪ينِكَ يَا مُوسٰى 'Şu sağ elindeki nedir, yâ Mûsâ?' |
17 |
|
قَالَ هِيَ عَصَايَۚ اَتَوَكَّـؤُ۬ا عَلَيْهَا وَاَهُشُّ بِهَا عَلٰى غَنَم۪ي وَلِيَ ف۪يهَا مَاٰرِبُ اُخْرٰى Mûsâ: 'O benim asâmdır. Ona dayanırım. Onunla davar sürüme, koyunlarıma, keçilerime yaprak sil-kelerim. Ondan başka şekillerde de faydalanırım.' dedi. |
18 |
|
قَالَ اَلْقِهَا يَا مُوسٰى 'Yere at onu, Ey Mûsâ!' dedi. |
19 |
|
فَاَلْقٰيهَا فَاِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعٰى Mûsâ asâsını hemen yere attı. Bir de ne görsün. Bir yılan olmuş, koşuyor. |
20 |
|
قَالَ خُذْهَا وَلَا تَخَفْ۠ سَنُع۪يدُهَا س۪يرَتَهَا الْاُو۫لٰى Allah: 'Onu tut. Korkma. Biz onu yine önceki haline getireceğiz.' dedi. |
21 |
|
وَاضْمُمْ يَدَكَ اِلٰى جَنَاحِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍ اٰيَةً اُخْرٰىۙ 'Elini koltuğunun altına sok. Kusurla ilgisi olmayan, ışıl ışıl, bembeyaz bir el ortaya çıksın. Bu da diğer bir mûcize.' |
22 |
|
لِنُرِيَكَ مِنْ اٰيَاتِنَا الْكُبْرٰىۚ 'Sana kudretimizin ve peygamberliğinin delili olan en büyük mûcizelerimizden bazılarını gösterelim istedik.' |
23 |
|
اِذْهَبْ اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰى۟ 'Firavun’a git. O iyice azdı.' |
24 |
|
قَالَ رَبِّ اشْرَحْ ل۪ي صَدْر۪يۙ Mûsâ: 'Rabbim, gönlüme ferahlık ver' dedi. |
25 |
|
وَيَسِّرْ ل۪ٓي اَمْر۪يۙ 'Uygulayacağım planı, görevimi bana kolaylaştır.' |
26 |
|
وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَان۪يۙ 'Dilimdeki tutukluğu gider.' |
27 |
|
يَفْقَهُوا قَوْل۪يۖ 'Sözümü iyi anlasınlar.' |
28 |
|
وَاجْعَلْ ل۪ي وَز۪يراً مِنْ اَهْل۪يۙ 'Ailemden de, bana bir vezir tayin et.' |
29 |
|
هٰرُونَ اَخ۪يۚ 'Kardeşim Hârûn’u tayin et.' |
30 |
|
اُشْدُدْ بِه۪ٓ اَزْر۪يۙ 'Onunla gücüme güç kat.' |
31 |
|
وَاَشْرِكْهُ ف۪ٓي اَمْر۪يۙ 'Onu uygulayacağım plana, göre-vime ortak et!' |
32 |
|
كَيْ نُسَبِّحَكَ كَث۪يراًۙ 'Böylece seni bol bol tesbih edelim.' |
33 |
|
وَنَذْكُرَكَ كَث۪يراًۜ 'Seni çok çok zikredelim, dinini, şeriatını anlatalım.' |
34 |
|
اِنَّكَ كُنْتَ بِنَا بَص۪يراً 'Şüphesiz sen bizim halimizi bilmekte, görmekte; bize doğrusunu göstermektesin.' |
35 |
|
قَالَ قَدْ اُو۫ت۪يتَ سُؤْلَكَ يَا مُوسٰى Allah: 'Ey Mûsâ istediklerin sana verildi.' buyurdu. |
36 |
|
وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَيْكَ مَرَّةً اُخْرٰىۙ 'Andolsun, biz sana bir defa daha lütufta bulunmuştuk.' |
37 |
|
اِذْ اَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّكَ مَا يُوحٰىۙ 'Hani bir vakitler annene, vahy ile bildirilmesi gereken şeyleri ilham etmiştik.' |
38 |
|
اَنِ اقْذِف۪يهِ فِي التَّابُوتِ فَاقْذِف۪يهِ فِي الْيَمِّ فَلْيُلْقِهِ الْيَمُّ بِالسَّاحِلِ يَأْخُذْهُ عَدُوٌّ ل۪ي وَعَدُوٌّ لَهُۜ وَاَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنّ۪يۚ وَلِتُصْنَعَ عَلٰى عَيْن۪يۢ 'Mûsâ’yı sandığa koy, sandığı ırmağa, Nil’e bırak. Irmak onu sahile atsın, onu hem bana düşman, hem ona düşman biri alsın, istedik. Sana karşı insanların gönlüne bir sevgi yerleştirdim. Gözetimim, hima-yem altında büyütülmeni, eğitilmeni, yetiştirilmeni murad ettim.' |
39 |
|
اِذْ تَمْش۪ٓي اُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى مَنْ يَكْفُلُهُۜ فَرَجَعْنَاكَ اِلٰٓى اُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَۜ وَقَتَلْتَ نَفْساً فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُوناً۠ فَلَبِثْتَ سِن۪ينَ ف۪ٓي اَهْلِ مَدْيَنَ ثُمَّ جِئْتَ عَلٰى قَدَرٍ يَا مُوسٰى 'Hani kız kardeşin Firavun’un sarayına gidecek: 'Ona bakacak birini size bulayım mı?' diyecekti. Böylece seni tekrar annene ver-dik ki, gözü aydın olsun, mutlu olsun, kederlenmesin. Sen, bir de, adam öldürdün. Seni gamdan, endişeden kurtardık. Seni belâ ve musibetlerle imtihan ettik. Bu sebeple, yıllarca Medyen Halkı arasında yaşadın. Sonra takdire göre, peygamberlik makamına geldin, ey Mûsâ!' |
40 |
|
وَاصْطَنَعْتُكَ لِنَفْس۪يۚ 'Ben seni kendime peygamber seç-tim.' |
41 |
|
اِذْهَبْ اَنْتَ وَاَخُوكَ بِاٰيَات۪ي وَلَا تَنِيَا ف۪ي ذِكْر۪يۚ 'Sen, kardeşinle birlikte mûcizelerimle git. İkiniz de, beni hatırlatmakta, beni zikretmekte, beni anlatmakta gevşeklik göstermeyin.' |
42 |
|
اِذْهَبَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰىۚ 'İkiniz Firavun’a gidin, o çok azdı.' |
43 |
|
فَقُولَا لَهُ قَوْلاً لَيِّناً لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى 'Ona yumuşak söz söyleyin, olur ki öğüt dinler, yahut Allah’ın azabından korkarak azgınlığından vazgeçer, saygı duyar.' |
44 |
|
قَالَا رَبَّـنَٓا اِنَّـنَا نَخَافُ اَنْ يَفْرُطَ عَلَيْنَٓا اَوْ اَنْ يَطْغٰى Onlar: 'Ey Rabbimiz, onun bize kötülük yapmasından veya azgınlığını artırmasından korkarız.' dediler. |
45 |
|
قَالَ لَا تَخَافَٓا اِنَّن۪ي مَعَكُمَٓا اَسْمَعُ وَاَرٰى Allah: 'İkiniz de korkmayın. Ben sizinle beraberim. Olanları işitirim ve görürüm.' buyurdu. |
46 |
|
فَأْتِيَاهُ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْۜ قَدْ جِئْنَاكَ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكَۜ وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّـبَعَ الْهُدٰى Firavun’a gittiler. 'Biz Rabbinin elçileriyiz. İsrâiloğulları’nı temel hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasına son vererek bizimle gönder. Onlara eziyet etme, işkence yapma. Biz sana Rabbinden hak peygamber olduğumuzu gösteren mûcizelerle geldik. Allah’tan gelen, Allah’ın hidayet rehberiyle öğrettiği di-ne girip uygulayanlara, hukukun üstün, hakkın ve adaletin belirleyici güç, barışın hâkim olduğu güvenli bir dünya düzeni ve selâmet yurdu, cennet vardır' dediler. |
47 |
|
اِنَّا قَدْ اُو۫حِيَ اِلَيْنَٓا اَنَّ الْعَذَابَ عَلٰى مَنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰى 'Bize, Allah’ın âyetlerini, kitabını, peygamberlerini yalanlayanlara, dinine sırtını dönerek, güç ve iktidarlarını kullanıp, halkı istedikleri gibi yönlendirenlere azap edileceği vahyolundu.' dediler. |
48 |
|
قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى Firavun: 'Ey Mûsâ, sizin Rabbiniz kimdir?' dedi. |
49 |
|
قَالَ رَبُّنَا الَّـذ۪ٓي اَعْطٰى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدٰى Mûsâ: 'Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılış ve varlık sebebini gerçekleştirecek özellikleri veren, sonra da yaşaması ve görevlerini yerine getirmesi için aydınlatıcı bilgilerle donatan, yol gösterendir.' dedi. |
50 |
|
قَالَ فَمَا بَالُ الْقُرُونِ الْاُو۫لٰى Firavun: 'Öyleyse, Allah’ın birliğini tasdik etmeyen, putlara tapan önceki nesillerin hali ne olacak?' dedi. |
51 |
|
قَالَ عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪ي ف۪ي كِتَابٍۚ لَا يَضِلُّ رَبّ۪ي وَلَا يَنْسٰىۘ Mûsâ: 'Onların hâli ve amelleriyle ilgili bilgi de, Rabbimin katında bir kitapta, sicilde, bilgi işlem merkezinde, Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Rabbim yanlış yapmaz ve unutmaz.' dedi. |
52 |
|
اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْداً وَسَلَكَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلاً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۜ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجاً مِنْ نَبَاتٍ شَتّٰى 'O, yeryüzünü sizin yaşamanız, yerleşmeniz için, tarıma elverişli ovalar, iskâna uygun araziler haline, işlevli hale getiren orada size yollar açan, gökten su indirendir' dedi. İşte biz, o su ile, türlü bitkilerden erkekli dişili çift çift yetiştirdik. |
53 |
|
كُلُوا وَارْعَوْا اَنْعَامَكُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى۟ Yeyin, hayvanlarınızı otlatın. Ergin akıl sahipleri için, bunda, Allah’ın birliğini, kudretini gösteren deliller vardır. |
54 |
|
مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَف۪يهَا نُع۪يدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً اُخْرٰى Sizi yerden, topraktan yarattık. Yine sizi oraya döndüreceğiz. Bir kez daha sizi oradan diriltip çıkaracağız. |
55 |
|
وَلَقَدْ اَرَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا كُلَّهَا فَكَذَّبَ وَاَبٰى Andolsun ki, bütün mûcizelerimizi Firavun’a gösterdik. Yalanladı ve dayattı. |
56 |
|
قَالَ اَجِئْتَنَا لِتُخْرِجَنَا مِنْ اَرْضِنَا بِسِحْرِكَ يَا مُوسٰى Firavun: 'Bizi, aklımızı etki altına alan büyünle yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin, ey Mûsâ!' dedi. |
57 |
|
فَلَنَأْتِيَنَّكَ بِسِحْرٍ مِثْلِه۪ فَاجْعَلْ بَيْنَنَا وَبَيْنَكَ مَوْعِداً لَا نُخْلِفُهُ نَحْنُ وَلَٓا اَنْتَ مَكَاناً سُوًى 'O halde, biz de senin sihrin gibi bir sihirle senin karşına çıkacağız. Şimdi, bizimle senin aranda, bir vakit ve bir buluşma yeri tesbit et. Senin de bizim de itiraz etmeyeceğimiz uygun bir yer olsun.' |
58 |
|
قَالَ مَوْعِدُكُمْ يَوْمُ الزّ۪ينَةِ وَاَنْ يُحْشَرَ النَّاسُ ضُحًى Mûsâ: 'Buluşma zamanımız, bayram günü, şenliğin yapılacağı kuşluk vaktinde, insanların bir araya gelip toplandığı zaman olsun.' dedi. |
59 |
|
فَتَوَلّٰى فِرْعَوْنُ فَجَمَعَ كَيْدَهُ ثُمَّ اَتٰى Bunun üzerine Firavun, adamlarına talimatlar verdi, hazırlığını gözden geçirdi. Sihir malzemelerini, sihirbazlarını topladı, planını karara bağladı. Sonra karşılaşmanın yapılacağı bayram yerine geldi. |
60 |
|
قَالَ لَهُمْ مُوسٰى وَيْلَكُمْ لَا تَفْتَرُوا عَلَى اللّٰهِ كَذِباً فَيُسْحِتَكُمْ بِعَذَابٍۚ وَقَدْ خَابَ مَنِ افْتَرٰى Mûsâ onlara: 'Yazıklar olsun size, Allah adına yalan uydurmayın. Sonra o müthiş bir azap ile kökünüzü kurutur. Allah’a iftira eden hüsrana uğramıştır, perişan olmuştur.' dedi. |
61 |
|
فَتَنَازَعُٓوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ وَاَسَرُّوا النَّجْوٰى Sihirbazlar, aralarında planlarını tartıştılar, fısıltı halindeki konuşmalarını gizli tuttular. |
62 |
|
قَالُٓوا اِنْ هٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُر۪يدَانِ اَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَر۪يقَتِكُمُ الْمُثْلٰى Sihirbazlar Mûsâ ve Hârûn’u göstererek: 'Bu ikisi kesinlikle sihirbazdır. Aklınızı etki altına alan sihirleriyle, sizi yurdunuzdan çıkarmak ve örnek hayat tarzınızı, rejiminizi yıkmak istiyorlar.' dediler. |
63 |
|
فَاَجْمِعُوا كَيْدَكُمْ ثُمَّ ائْتُوا صَفاًّۚ وَقَدْ اَفْلَحَ الْيَوْمَ مَنِ اسْتَعْلٰى 'Bu sebeple, bütün gizli sihirbazlık hilelerinizi bir araya getirerek kullanın, kararlı hareket edin, bir saf haline gelerek göz doldurun. Bu gün üstün gelen, zafer kazanmış sayılır.' dediler. |
64 |
|
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ اَوَّلَ مَنْ اَلْقٰى 'Ey Mûsâ, ya sen at elindekini veya elimizdekileri ilk atanlar biz olalım' dediler. |
65 |
|
قَالَ بَلْ اَلْقُواۚ فَاِذَا حِبَالُهُمْ وَعِصِيُّهُمْ يُخَيَّلُ اِلَيْهِ مِنْ سِحْرِهِمْ اَنَّهَا تَسْعٰى Mûsâ: 'Hayır, siz elinizdekileri atın' dedi. Bir de baktı ki, onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihirden dolayı, sanki yürüyorlarmış gibi geldi. |
66 |
|
فَاَوْجَسَ ف۪ي نَفْسِه۪ خ۪يفَةً مُوسٰى Mûsâ birden, içinde bir korku hisset-ti. |
67 |
|
قُلْنَا لَا تَخَفْ اِنَّكَ اَنْتَ الْاَعْلٰى Biz: 'Korkma, sen, kesinlikle sen üstün geleceksin' dedik. |
68 |
|
وَاَلْقِ مَا ف۪ي يَم۪ينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُواۜ اِنَّمَا صَنَعُوا كَيْدُ سَاحِرٍۜ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ اَتٰى 'Sağ elindekini at. Asân, onların sihirbaz hilesiyle yaptıklarını yutar. Onların oyunları bir sihir hilesidir. Sihirbazlar elde ettiği sonuç itibariyle iflâh olmazlar, başarıya ulaşamazlar.' dedik. |
69 |
|
فَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّداً قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ هٰرُونَ وَمُوسٰى Mûsâ’nın asâsının ejderha olup, diğerlerini yutması üzerine, sihirbazlar hep birlikte secdeye kapandılar. 'Hârûn’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik' dediler. |
70 |
|
قَالَ اٰمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۜ اِنَّهُ لَكَب۪يرُكُمُ الَّذ۪ي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَۚ فَلَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ ف۪ي جُذُوعِ النَّخْلِۘ وَلَتَعْلَمُنَّ اَيُّـنَٓا اَشَدُّ عَذَاباً وَاَبْقٰى Firavun: 'Ben size izin vermeden mi ona boyun eğip, güvendiniz? O, size sihiri öğreten büyüğünüzmüş meğerse. Andolsun ki ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama kesece-ğim. Sizi hurma dallarına asacağım. Böylece, hangimizin cezasının daha şiddetli ve daha kalıcı, daha sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.' dedi. |
71 |
|
قَالُوا لَنْ نُؤْثِرَكَ عَلٰى مَا جَٓاءَنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذ۪ي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَٓا اَنْتَ قَاضٍۜ اِنَّمَا تَقْض۪ي هٰذِهِ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۜ Sihirbazlar: 'Bize gelen bu açık mûcizelere ve bizi yoktan var edene, yaratana seni asla tercih etmeyiz. Ne ceza vereceksen ver. Sen ancak bu dünya hayatında ceza verebilirsin.' dediler. |
72 |
|
اِنَّٓا اٰمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا خَطَايَانَا وَمَٓا اَكْرَهْتَنَا عَلَيْهِ مِنَ السِّحْرِۜ وَاللّٰهُ خَيْرٌ وَاَبْقٰى 'Biz, hatalarımızı, günahlarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın sihiri bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Sonsuz hayır da, hayırlı olanı seçmek de Allah’ın elindedir. Bâki olan Allah’tır.' |
73 |
|
اِنَّهُ مَنْ يَأْتِ رَبَّهُ مُجْرِماً فَاِنَّ لَهُ جَهَنَّمَۜ لَا يَمُوتُ ف۪يهَا وَلَا يَحْيٰى Kimler Rabbine, İslâm’a planlı cephe alarak, müslümanlığı, müslüman nesilleri yozlaştırma, yok etme suçu işleyen güç ve iktidar sahibi âsi, suçlu, günahkâr olarak gelirse, onlara cehennem vardır. Orada ne ölüp kurtulabilecekler, ne de mutlu bir hayat sürmeleri mümkün olabilecektir. |
74 |
|
وَمَنْ يَأْتِه۪ مُؤْمِناً قَدْ عَمِلَ الصَّالِحَاتِ فَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الدَّرَجَاتُ الْعُلٰىۙ Kimler de, Rabbine, hâlis niyet ve amaçlarla, İslâm esaslarını, İslâmî düzeni hayata geçirmiş, iş barışı içinde bilinçli, planlı, mükemmel, meşrû, faydalı, verimli çalışarak nimetin-ürünün bollaşmasını sağlamış, yerinde, haklı çıkışlar yaparak, düzelmeye, iyiliğe, iyileştirmeye ön ayak olmuş, cârî-kalıcı hayırlar-sâlih ameller işlemiş mü’min-ler olarak gelirse, işte onlara da en yüce makamlar vardır. |
75 |
|
جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَذٰلِكَ جَزٰٓؤُ۬ا مَنْ تَزَكّٰى۟ Altlarından ırmaklar akan Adn cennetlerinin konakları vardır. Orada ebedî yaşarlar. İşte bu küfür ve isyandan arınanların, vicdanlarını temizleyenlerin mükâfatıdır. |
76 |
|
وَلَقَدْ اَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَسْرِ بِعِبَاد۪ي فَاضْرِبْ لَهُمْ طَر۪يقاً فِي الْبَحْرِ يَبَساًۚ لَا تَخَافُ دَرَكاً وَلَا تَخْشٰى Andolsun biz Mûsâ’ya: 'Kullarımla birlikte geceleyin yola çık. Firavun’un size yetişmesinden endişe etmeden, asânı vurarak onlara denizde kuru bir yol aç. Boğulmaktan ve Firavun’dan korkma.' diye vahyettik. |
77 |
|
فَاَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِه۪ فَغَشِيَهُمْ مِنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْۜ Firavun askerî erkânı ve ordularıyla hemen onları takip etti. Deniz o günahkâr orduları ve başındaki ilâhî kuralları tanımayan diktatörleri boğup, yutuverdi. |
78 |
|
وَاَضَلَّ فِرْعَوْنُ قَوْمَهُ وَمَا هَدٰى Firavun kavmini, başlarına buyruk hale getirerek, hak yoldan uzaklaşmalarına, dalâleti, bozuk düzeni, helâki tercihlerine imkân sağladı. Allah’ın peygamberi vasıtasıyla öğrettiği doğru, hak yolu da göstermedi, öğretmedi. |
79 |
|
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ قَدْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ عَدُوِّكُمْ وَوٰعَدْنَاكُمْ جَانِبَ الطُّورِ الْاَيْمَنَ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰى 'Ey İsrailoğulları, sizi düşmanınızdan kurtardık. Tûr’un ( dağın) sağ tarafına gelmeniz için sizinle sözleştik. Size kudret helvası ve bıldırcın indirdik.' |
80 |
|
كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَلَا تَطْغَوْا ف۪يهِ فَيَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَب۪يۚ وَمَنْ يَحْلِلْ عَلَيْهِ غَضَب۪ي فَقَدْ هَوٰى 'Size rızık olarak verdiğimizin helâlinden, temizinden, sağlıklısından lezizinden yeyin. Bu hu-susta ölçüyü aşmayın, taşkınlık ve nankörlük etmeyin ki, üzerinize gazabım inmesin. Kimin üzerine gazabım inerse, o artık mahvolmuştur.' |
81 |
|
وَاِنّ۪ي لَغَفَّارٌ لِمَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاً ثُمَّ اهْتَدٰى Ben tevbe ederek, isyandan vazgeçip bana itaate yönelenleri, iman edip, hâlis niyet ve amaçlarla, İslâm esaslarını, İslâmî düzeni hayata geçirenleri, iş barışı içinde bilinçli, planlı, mükemmel, meşrû, faydalı, verimli çalışarak nimetin-ürünün bollaşma-sını sağlayanları, yerinde, haklı çıkışlar yaparak, düzelmeye, iyiliğe, iyileştirmeye ön ayak olanları, cârî-kalıcı hayırlar-sâlih ameller işleyenleri, artık doğru yolda sebat eden kimseleri daima koruma kalkanına alırım, bağışlarım. |
82 |
|
وَمَٓا اَعْجَلَكَ عَنْ قَوْمِكَ يَا مُوسٰى 'Ey Mûsâ, seni acele ile kavminden ayrılıp buraya gelmeye sevkeden sebep nedir?' diye sorduk. |
83 |
|
قَالَ هُمْ اُو۬لَٓاءِ عَلٰٓى اَثَر۪ي وَعَجِلْتُ اِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضٰى 'Onlar benim izimdeler. Rabbim sen razı olasın diye, ben sana çabucak geldim.' dedi. |
84 |
|
قَالَ فَاِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِنْ بَعْدِكَ وَاَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ 'Biz, senin ardından kavmini imtihan ettik. Sâmirî, onların hak yoldan uzaklaşarak dalâleti tercihlerinin yolunu açtı.' buyurdu. |
85 |
|
فَرَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفاًۚ قَالَ يَا قَوْمِ اَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْداً حَسَناًۜ اَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ اَمْ اَرَدْتُمْ اَنْ يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَخْلَفْتُمْ مَوْعِد۪ي Mûsâ, hemen, öfkeli ve üzgün olarak kavmine döndü. 'Ey kavmim, Rabbiniz size doğru, hak vaatte bulunmamış mıydı? Size bu süre uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden size bir gazap inmesini arzu ettiniz de mi, bana olan va’dinizden döndünüz?' dedi. |
86 |
|
قَالُوا مَٓا اَخْلَفْنَا مَوْعِدَكَ بِمَلْكِنَا وَلٰكِنَّا حُمِّلْـنَٓا اَوْزَاراً مِنْ ز۪ينَةِ الْقَوْمِ فَقَذَفْنَاهَا فَكَذٰلِكَ اَلْقَى السَّامِرِيُّۙ 'Biz sana verdiğimiz sözden, isteyerek, kendiliğimizden dönmedik. Fakat mecbur olduk. Kadınlarımızın, Firavun’un kavminden, hile ile ödünç olarak aldığı süs eşyalarının günahı omuzlarımıza yüklenmişti. Günahtan kurtulmak için onları ateşe attık. Sâmirî de kendi mücevheratını böylece attı.' dediler. |
87 |
|
فَاَخْرَجَ لَهُمْ عِجْلاً جَسَداً لَهُ خُوَارٌ فَقَالُوا هٰذَٓا اِلٰهُكُمْ وَاِلٰهُ مُوسٰى فَنَسِيَۜ Sâmirî, onlara böğüren bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Sâmirî ve adamları: 'İşte sizin de, Mûsâ’nın da ilâhı budur' dediler. Sâmirî Mûsâ’nın ilâhî tebliğini ne çabuk unuttu. |
88 |
|
اَفَلَا يَرَوْنَ اَلَّا يَرْجِعُ اِلَيْهِمْ قَوْلاًۙ وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَراًّ وَلَا نَفْعاً۟ Onlar, buzağı heykelinin, kendilerine konuşarak karşılık veremediğini, zarar verecek ve fayda sağlayacak bir güce sahip olmadığını görmüyorlar mıydı? |
89 |
|
وَلَقَدْ قَالَ لَهُمْ هٰرُونُ مِنْ قَبْلُ يَا قَوْمِ اِنَّمَا فُتِنْتُمْ بِه۪ۚ وَاِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمٰنُ فَاتَّبِعُون۪ي وَاَط۪يعُٓوا اَمْر۪ي Andolsun ki, Hârûn da, daha önce onlara: 'Ey kavmim, siz buzağı putu ile imtihana tâbi tutuldunuz. Sizin Rabbiniz rahmet sahibi Rahman olan Allah’tır. Bana tâbi olun, benim kurduğum düzene itaat edin, benim kitabımdaki hükümleri uygulayın.' demişti. |
90 |
|
قَالُوا لَنْ نَبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِف۪ينَ حَتّٰى يَرْجِعَ اِلَيْنَا مُوسٰى Onlar: 'Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar, kesinlikle biz buzağıya tapmaya devam edeceğiz' dediler. |
91 |
|
قَالَ يَا هٰرُونُ مَا مَنَعَكَ اِذْ رَاَيْتَهُمْ ضَلُّواۙ Mûsâ: 'Ey Hârûn, bunların başlarına buyruk davranarak hak yoldan uzaklaştıklarını, dalâleti, bozuk düzeni, helâki tercih ettiklerini gördüğün vakit, senin onlara karşı koymanı engelleyen ne idi?' dedi. |
92 |
|
اَلَّا تَتَّبِعَنِۜ اَفَعَصَيْتَ اَمْر۪ي 'Neden benim yolumu takip etmedin? Benim kurduğum düzene karşı mı çık-tın?' |
93 |
|
قَالَ يَبْنَؤُ۬مَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَت۪ي وَلَا بِرَأْس۪يۚ اِنّ۪ي خَش۪يتُ اَنْ تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْل۪ي Hârûn: 'Ey anamın oğlu, sakalımı ve saçımı tutma. Ben, senin, İsrâiloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın, demenden korktum.' dedi. |
94 |
|
قَالَ فَمَا خَطْبُكَ يَا سَامِرِيُّ Mûsâ: 'Peki, senin derdin nedir, ey Sâmirî?' dedi. |
95 |
|
قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِه۪ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِنْ اَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذٰلِكَ سَوَّلَتْ ل۪ي نَفْس۪ي 'Sana gelen vahy ve tebliğ ettiğin din konusunda, onların, İsrâiloğulları’nın göremedikleri, anlayamadıkları hususlara ben vâkıf oldum. Bu anlayışıma dayanarak elçinin, Cibril’in getirdiği vahyin epeyce bir kısmını ayıklayıp attım. İşte şu gördüğün, duyduğun nefsimin beni aldatarak sürüklediği oyun böylece ortaya çıktı.' dedi. |
96 |
|
قَالَ فَاذْهَبْ فَاِنَّ لَكَ فِي الْحَيٰوةِ اَنْ تَقُولَ لَا مِسَاسَۖ وَاِنَّ لَكَ مَوْعِداً لَنْ تُخْلَفَهُۚ وَانْظُرْ اِلٰٓى اِلٰهِكَ الَّذ۪ي ظَلْتَ عَلَيْهِ عَاكِفاًۜ لَنُحَرِّقَنَّهُ ثُمَّ لَنَنْسِفَنَّهُ فِي الْيَمِّ نَسْفاً Mûsâ: 'Git! Artık hayatın boyunca sen, bana yaklaşmayın, benimle ilişki kurmayın diyerek, insan içinden kovulmuş ve terkedilmiş bir vaziyette, soyun kuruyarak tek başına yaşayacaksın. Ayrıca senin için kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun, başında bekleyip durduğun tanrına da bak. Yemin ederim biz onu ateşte eriteceğiz. Sonra da onu parçalayarak toz duman halinde denize savuracağız.' dedi. |
97 |
|
اِنَّـمَٓا اِلٰهُكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ وَسِعَ كُلَّ شَيْءٍ عِلْماً 'Sizin ilâhınız, kendisinden başka tanrı olmayan, Allah’tır. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. |
98 |
|
كَذٰلِكَ نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْـبَٓاءِ مَا قَدْ سَبَقَۚ وَقَدْ اٰتَيْنَاكَ مِنْ لَدُنَّا ذِكْراًۚ Bu türlü haberleri sana anlattığımız gibi, geçmiştekilerin ibret verici haberlerinden bir kısmını sana kıssalarıyla anlatıyoruz. Sana da, yüce katımızdan okunması ibadet olan bir kitap verdik. |
99 |
|
مَنْ اَعْرَضَ عَنْهُ فَاِنَّهُ يَحْمِلُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وِزْراًۙ Kim o kitaptan, Kur’ân’dan yüz çevirir, Kur’ân’a, Kur’ân’daki ilkelerin öğretilmesine, toplumda yaşanmasına karşı engelleyici tedbirler alırsa o, Kıyamet günü, ağır bir sorumluluk sebebiyle cezalandırılacaktır. |
100 |
|
خَالِد۪ينَ ف۪يهِۜ وَسَٓاءَ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ حِمْلاًۙ Onlar, o azap içinde ebedî kalırlar. Kıyamet günü, bu, onlar için ne ağır bir sorumluluk, ne kötü bir cezadır. |
101 |
|
يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ وَنَحْشُرُ الْمُجْرِم۪ينَ يَوْمَئِذٍ زُرْقاًۚ Sûra üfürüleceği gün, işte o gün, biz İslâm’a planlı cephe alarak, müslümanlığı, müslüman nesilleri yozlaştırma, yok etme suçu işleyen güç ve iktidar sahibi âsileri, suçluları, gözleri, bedenleri korkudan pişmanlıktan, donakalmış bir vaziyette mahşerde toplayacağız. |
102 |
|
يَتَخَافَتُونَ بَيْنَهُمْ اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا عَشْراً 'Siz dünyada sadece on gün kaldınız' diye kendi aralarında fısıltı halinde konuşacaklar. |
103 |
|
نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ اِذْ يَقُولُ اَمْثَلُهُمْ طَر۪يقَةً اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا يَوْماً۟ Onların en olgun ve akıllı olanlarının: 'Orada ancak bir gün kaldınız' diyeceği zaman onların birbirlerine şaşkınlıktan neler söyleyeceklerini biz çok iyi biliriz. |
104 |
|
وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنْسِفُهَا رَبّ۪ي نَسْفاًۙ Sana dağlarla ilgili sualler soruyorlar. 'Rabbim onları temelinden sökerek ufalayıp toz duman halinde savuracak' de. |
105 |
|
فَيَذَرُهَا قَاعاً صَفْصَفاًۙ 'Yerlerini dümdüz, bomboş bırakacak.' |
106 |
|
لَا تَرٰى ف۪يهَا عِوَجاً وَلَٓا اَمْتاً 'Orada ne bir çukur, ne de bir tüm-sek göreceksiniz.' |
107 |
|
يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِيَ لَا عِوَجَ لَهُۚ وَخَشَعَتِ الْاَصْوَاتُ لِلرَّحْمٰنِ فَلَا تَسْمَعُ اِلَّا هَمْساً O gün, hiçbir tarafa sapmadan, o çağrıyı yapana, İsrâfil’e uyarlar. Rahmet sahibi, Rahman olan Allah’ın heybetinden sesler kısılmıştır. Artık fısıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin. |
108 |
|
يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلاً O gün, Rahmet sahibi Rahmanın şefaat edilmesine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselerden başkalarına şefaat fayda sağlamayacak; kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselerden başkasının şefaati de fayda vermeyecek. |
109 |
|
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْماً Allah onların âşikare, saklı gizli yaptıklarını da, gelecekte yapacaklarını da bilir. Onların hiçbirinin ilmi, onu anlamaya, kavramaya yetmez. |
110 |
|
وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِۜ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْماً Bütün başlar, bütün insanlar ve cinler ebedî hayat ile diri, ölümlü olmaktan uzak, varlık âlemini ayakta tutan ve düzenini elinde bulunduran Allah’ın huzurunda eğilmiştir. Allah yolunu, Allah yolundaki faaliyetleri engellemekten, bir zulüm-haksızlık ve şirkten sorumlu olan gerçekten hüsrana uğramıştır, perişan olmuştur. |
111 |
|
وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا يَخَافُ ظُلْماً وَلَا هَضْماً Kim mü’min olarak gevşekliği bırakıp, hâlis niyet ve amaçlarla, İslâm esaslarından ve İslâmî düzenden sorumlu olduğu kısmını hayata geçirir, iş barışı içinde bilinçli, planlı, mükemmel, meşrû, faydalı, verimli çalışarak nimetin-ürünün kendisini ilgilendiren alanda bollaşmasını sağlar, yerinde, haklı çıkışlar yaparak, düzelmeye, iyiliğe, iyileştirmeye ön ayak olur, cârî-kalıcı hayırlar-dan-sâlih amellerden imkânları dahilindekileri işlerse, haksızlıktan, zulümden, hakkının çiğnenmesinden korkmaz. |
112 |
|
وَكَذٰلِكَ اَنْزَلْنَاهُ قُرْاٰناً عَرَبِياًّ وَصَرَّفْنَا ف۪يهِ مِنَ الْوَع۪يدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ اَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْراً İşte böyle uyarılar yapmak için biz Kur’ân’ı bütün ilâhî kitaplardaki dinî-ilmî esasları içeren, açık, edebî, Arapça, okunan bir kitap olarak indirdik. Onda ikazları çok yönlü açıkladık. Umulur ki Allah’a sığınmalarına, emirlerine yapışmalarına, günahlardan arınıp azaptan korunmalarına, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davranmalarına, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olmalarına yahut onlarda ibret ve uyanış doğurmasına vesile olur. |
113 |
|
فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّۚ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْاٰنِ مِنْ قَبْلِ اَنْ يُقْضٰٓى اِلَيْكَ وَحْيُهُۘ وَقُلْ رَبِّ زِدْن۪ي عِلْماً Hükmü her yerde geçerli, varlığında şüphe olmayan gerçek hakan, sultan olan Allah yücedir. Vahyedilmeye devam eden Kur’ân hükümlerinin nihai şekli, bütünlüğü gerçekleştirilip sana bildirilmeden, gerekli açıklamalar yapılmadan, Kur’ân’a dayalı görüş bildirmekte, uygulama yapmakta acele etme. 'Rabbim, benim ilmimi artır.' de. |
114 |
|
وَلَقَدْ عَهِدْنَٓا اِلٰٓى اٰدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْماً۟ Andolsun, daha önce de, Âdem’e yerine getirmesi gereken emirler ve tavsiyeler vahyetmiştik. O bunları unuttu. Biz onda bir azim, kararlı bir davranış, bir gayret bulamadık. |
115 |
|
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى Hani Meleklere: 'Âdem’e secde ederek saygı gösterin!' demiştik. İblis hariç melekler secde ederek saygı gösterdiler. O dayattı. |
116 |
|
فَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اِنَّ هٰذَا عَدُوٌّ لَكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقٰى 'Ey Âdem, bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi Cennet’ten çıkarmasın. Sonra bedbaht olur, sıkıntı çeker, perişan olursun.' dedik. |
117 |
|
اِنَّ لَكَ اَلَّا تَجُوعَ ف۪يهَا وَلَا تَعْرٰىۙ 'Senin acıkmaman ve çıplak kal-maman ancak Cennet’te mümkündür.' |
118 |
|
وَاَنَّكَ لَا تَظْمَؤُ۬ا ف۪يهَا وَلَا تَضْحٰى 'Sen Cennet’te susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın.' |
119 |
|
فَوَسْوَسَ اِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَٓا اٰدَمُ هَلْ اَدُلُّكَ عَلٰى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَا يَبْلٰى Nihayet şeytan ona vesvese verdi, aklını karıştırdı: 'Ey Âdem, sana sonsuzluk bitkisini ve çökmesi mümkün olmayan bir devleti, bir saltanatı göstereyim mi?' dedi. |
120 |
|
فَاَكَلَا مِنْهَا فَبَدَتْ لَهُمَا سَوْاٰتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِۘ وَعَصٰٓى اٰدَمُ رَبَّهُ فَغَوٰىۖ Bunun üzerine o bitkinin mahsulün-den yediler. Kendilerini ayıplatacak fiilleri akıllarına geldi ve edep yerleri açıldı. Üstlerini, Cennetten topladıkları yapraklarla örtmeye çalıştılar. Bu sebeple Âdem Rabbine âsi oldu, düzeni bozuldu, zarar gördü. |
121 |
|
ثُمَّ اجْتَبٰيهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدٰى Sonra Rabbi onu peygamber olarak seçti. Tevbesini, günah işlemekten vazgeçerek kendisine itaate yönelişini kabul buyurdu. Doğru yolu gösterdi. |
122 |
|
قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَم۪يعاً بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنِ اتَّـبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقٰى Allah onlara: 'İkiniz, hepiniz buradan ilişiğinizi keserek yeryüzüne göç edin. Birbirinize düşmanlığınız devam edecek. Artık benden size hidayet rehberi kitap geldiğinde, kim benim hak yoluma, kitabıma, peygamberime uyarsa, haktan uzaklaşmamış, bozuk düzene, helâke maruz kalmamış olur, dalâlete düşmez, bedbaht olmaz.' dedi. |
123 |
|
وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكاً وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى 'Kimler de benim övünç kaynağı Kur’ân’ımdan, benim şeriatımdan, benim lütfumla kendileriyle ilgilenmemden, beni zikretmekten, bana şükretmekten yüz çevirirler, okunması ibadet olan Kur’ân’ımı, şeriatımı, zikrimi engelleyici tedbirler alırlarsa, onların ekonomik ve ruhî sıkıntılar içinde geçen sosyal çalkantılarla dolu hayatları, geçim darlıkları olur. Biz onları, Kıyamet günü, mahşere kör olarak getiririz.' |
124 |
|
قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَـن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يراً 'Rabbim, niçin beni kör olarak mahşere getirdin? Halbuki ben basiretli olduğumu, dünyada günahımın olmadığını düşünüyordum.' der. |
125 |
|
قَالَ كَذٰلِكَ اَتَتْكَ اٰيَاتُنَا فَـنَس۪يتَهَاۚ وَكَذٰلِكَ الْيَوْمَ تُنْسٰى Allah: 'Sen de böyle yaptın. Sana âyetlerimiz geldi. Sen onları umursamadın, unuttun. Bugün de, aynı şekilde sen cezaya mahkûmiyet içinde unutuluyorsun.' buyurur. |
126 |
|
وَكَذٰلِكَ نَجْز۪ي مَنْ اَسْرَفَ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ۜ وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَشَدُّ وَاَبْقٰى Cahilce davranarak doğru yoldan sapan, haddi aşan ve Rabbinin âyetlerine, Kur’ân’a inanmayanı, işte böyle cezalandırırız. Âhiret, ebedî yurt azâbı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir. |
127 |
|
اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ ف۪ي مَسَاكِنِهِمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى۟ Bizim, kendilerinden önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız, hakka yönelmeleri için kâfî derecede onlara aydınlatıcı bilgi sağlamadı mı? Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşıyorlar. Bunda ergin akıl sahipleri için birçok ibretler vardır. |
128 |
|
وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَكَانَ لِزَاماً وَاَجَلٌ مُسَمًّىۜ Eğer insanların sorumlu tutularak muhakeme edileceği, mükâfata nâil olanla cezaya müstehak olanların hükümlerinin kesinleşeceği ile ilgili, rahmeti gazabına baskın olan Rabbinin koyduğu bir düzen, tayin ettiği bir süre olmasaydı, onların hemen cezalandırılmaları kaçınılmaz olurdu. |
129 |
|
فَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ وَمِنْ اٰنَٓائِ الَّيْلِ فَسَبِّـحْ وَاَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضٰى O halde, onların söyledikleri mantıksız, çirkin, incitici sözlere sabrederek mücadeleye devam et. Güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir kısım vakitlerinde, ilerleyen saatlerinde ve gündüzün etrafında, iki ucunda da tesbih et ki, Allah katında hoşuna giden şeylere kavuşmana vesile olsun. |
130 |
|
وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ اِلٰى مَا مَتَّعْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجاً مِنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا لِنَفْتِنَهُمْ ف۪يهِۜ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَاَبْقٰى Sakın, kendilerini ağır imtihanlarla denemek için, kâfirlerden bir kısmını faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme, tamah etme. Rabbinin vereceği rızık daha hayırlı ve daha devamlıdır. |
131 |
|
وَأْمُرْ اَهْلَكَ بِالصَّلٰوةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَاۜ لَا نَسْـَٔلُكَ رِزْقاًۜ نَحْنُ نَرْزُقُكَۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوٰى Ailene, akrabalarına, halkına, ümmetine namaz kılmayı öğret, namazı muntazam kılabilecekleri bir düzen kur, namaz kılmalarını emret, namazlarını kıldır, onlara rehberlik, imamlık et. Kendin de namaza sabırla, metanetle devam et. Senden ekmek, aş istemiyoruz. Aksine biz sana rızık, ekmek, aş veriyoruz. Güzel âkibet takvâ esaslarını-Kur’ân esaslarını tavizsiz hayata geçirenlerindir, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davranan, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olan mü’minlerindir. |
132 |
|
وَقَالُوا لَوْلَا يَأْت۪ينَا بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّه۪ۜ اَوَلَمْ تَأْتِهِمْ بَيِّنَةُ مَا فِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰى Onlar: 'Muhammed bize hak peygamber olduğuna dair Rabbinden bir delil, bir mûcize getirmeli değil miydi?' dediler. Önceki kutsal kitapçıklarda Muhammed’in hak peygamber olduğu ile ilgili apaçık hak deliller kendilerine gelmemiş miydi? |
133 |
|
وَلَوْ اَنَّٓا اَهْلَكْنَاهُمْ بِعَذَابٍ مِنْ قَبْلِه۪ لَقَالُوا رَبَّنَا لَوْلَٓا اَرْسَلْتَ اِلَيْنَا رَسُولاً فَنَتَّبِعَ اٰيَاتِكَ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَذِلَّ وَنَخْزٰى Eğer biz, Kur’ân’ı tebliğ ile Muhammed’i görevlendirmeden önce onları bir azap ile helâk etmiş olsaydık: 'Yâ Rabbi, bize kitabını özgürce tebliğ ile görevli bir elçi, rasul gönderseydin de, şu zillete ve rezilliğe düşmeden önce âyetlerine, Kur’ân’ına, ilkelerine, emir ve yasaklarına uysaydık' diyeceklerdi. |
134 |
|
قُلْ كُلٌّ مُتَرَبِّصٌ فَتَرَبَّصُواۚ فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِيِّ وَمَنِ اهْتَدٰى 'Herkes dünyadaki işlerin nasıl bir sonuca varacağını beklemektedir. Öyleyse siz de bekleyin. Doğru, dengeli yolun yolcuları kimlermiş, doğru, yolu tercih edenler kimlermiş, yakında anlayacaksınız.' de. |
135 |