|
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla |
|
|
طٰسٓمٓۜ TâSînMîm. |
1 |
|
تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ الْمُب۪ينِ (Sûre’ye dahil olarak gelecek bütün) bu sözler, gerçeği açıklayan ve Hak’tan geldiği apaçık ortada olan Kitab’ın âyetleridir. |
2 |
|
لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ اَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ Öyle görünüyor ki, o insanlar iman etmiyorlar diye üzüntüden neredeyse kendini helâk edeceksin. |
3 |
|
اِنْ نَشَأْ نُنَزِّلْ عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَٓاءِ اٰيَةً فَظَلَّتْ اَعْنَاقُهُمْ لَهَا خَاضِع۪ينَ Eğer dilemiş olsak, üzerlerine gökten öyle bir delil (mucize) indiririz ki, onun karşısında ister istemez boyun büker ve inanmak zorunda kalırlar. |
4 |
|
وَمَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ ذِكْرٍ مِنَ الرَّحْمٰنِ مُحْدَثٍ اِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِض۪ينَ Ne zaman kendilerine Rahmân’dan yeni bir öğüt, bir talimat ve ikaz gelse, mutlaka hoşnutsuzluk içinde ona arkalarını dönüp uzaklaşıyorlar. |
5 |
|
فَقَدْ كَذَّبُوا فَسَيَأْت۪يهِمْ اَنْبٰٓؤُ۬ا مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ Hep böyle, inatla karşı çıkıp yalanladılar; ama alay edip durdukları şey gerçekte ne imiş, pek yakında öğreneceklerdir. |
6 |
|
اَوَلَمْ يَرَوْا اِلَى الْاَرْضِ كَمْ اَنْبَتْنَا ف۪يهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ كَر۪يمٍ Hiç yeryüzüne bakmazlar mı ki, orada çift çift nice güzel bitki bitiriyor, gün yüzüne nice yeni hayat çıkarıyoruz? |
7 |
|
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ Hiç kuşkusuz bunda bir delil, alınacak bir ders vardır. Buna rağmen onların çoğu, (o delile ve derse gözlerini, kulaklarını kapamakta ve) iman etmemektedirler. |
8 |
|
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ Fakat şüphesiz ki senin Rabbin, O’dur Azîz, O’dur Rahîm (izzet ve ululuk sahibi ve mutlak galip, izzetine dokunan her kim olursa olsun onu cezalandırmaya gücü yeten; özellikle iman edip Kendisine yönelen kullarına karşı da hususî rahmeti pek bol olan). |
9 |
|
وَاِذْ نَادٰى رَبُّكَ مُوسٰٓى اَنِ ائْتِ الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۙ Hani, Rabbin Musa’ya nida etmiş ve şöyle buyurmuştu: “O zalim topluluğa git. |
10 |
|
قَوْمَ فِرْعَوْنَۜ اَلَا يَتَّقُونَ “Firavun’un halkına. Artık Bana saygı duyup, küfür ve isyandan, dolayısıyla azabımdan halâ sakınmayacaklar mı?” |
11 |
|
قَالَ رَبِّ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يُكَذِّبُونِۜ Musa, şöyle karşılık verdi: “Rabbim, korkarım ki beni yalanlarlar. |
12 |
|
وَيَض۪يقُ صَدْر۪ي وَلَا يَنْطَلِقُ لِسَان۪ي فَاَرْسِلْ اِلٰى هٰرُونَ “Benim de göksüm daralır ve gereken tahammül ve müsamahayı gösteremeyebilirim; dilim de tutulur (da, Mesajı’nı onun gerektirdiği fesahat ve selâsette anlatamayabilirim). Bu bakımdan ne olur, Harun’u da risaletle şereflendir! |
13 |
|
وَلَهُمْ عَلَيَّ ذَنْبٌ فَاَخَافُ اَنْ يَقْتُلُونِۚ “Ayrıca, bana karşı bir de suçlamaları var, bu bakımdan, endişe ederim ki beni öldürürler de (vazifemi hakkıyla yapamayabilirim). |
14 |
|
قَالَ كَلَّاۚ فَاذْهَبَا بِاٰيَاتِنَٓا اِنَّا مَعَكُمْ مُسْتَمِعُونَ “Asla!” buyurdu Allah: “(Sana hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Bununla birlikte, Harun’u da rasûl kıldım.) Şimdi siz, (destek olarak sana verdiğim ve daha da vereceğim) delillerimizle (mucizelerimizle) gidin. Elbette Biz de sizinle beraberiz ve olup bitecek her şeyin takipçisi olacağız. |
15 |
|
فَأْتِيَا فِرْعَوْنَ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ Gidin o Firavun’a ve şöyle deyin: “Biz, Âlemlerin Rabbi’nden bir mesajla gelmiş bulunuyoruz. |
16 |
|
اَنْ اَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۜ “İsrail Oğulları’nı serbest bırakacaksın, bizimle gelecekler.” |
17 |
|
قَالَ اَلَمْ نُرَبِّكَ ف۪ينَا وَل۪يداً وَلَبِثْتَ ف۪ينَا مِنْ عُمُرِكَ سِن۪ينَ “Öyle mi?” dedi Firavun, “Biz seni daha bebekken alıp yetiştirmedik mi ve ömrünün pek çok yıllarını bizim yanımızda geçirmedin mi? |
18 |
|
وَفَعَلْتَ فَعْلَتَكَ الَّت۪ي فَعَلْتَ وَاَنْتَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ “Sonra da bildiğin o fena işi yaptın ve artık ispat ettin ki, sen gerçekten bir nankörsün.” |
19 |
|
قَالَ فَعَلْتُـهَٓا اِذاً وَاَنَا۬ مِنَ الضَّٓالّ۪ينَۜ “Ben,” diye cevap verdi Musa, “evet o işi yaptım, ama bilmeden, farkına varmadan yaptım. |
20 |
|
فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ ل۪ي رَبّ۪ي حُكْماً وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ “Sonra da, sizinle beraber bulunmaktan çekinip kaçtım. Neticede Rabbim bana her konuda doğru hüküm verme, doğru ile yanlışı ayırabilme kabiliyeti bahşetti ve beni elçilerinden kıldı. |
21 |
|
وَتِلْكَ نِعْمَةٌ تَمُنُّهَا عَلَيَّ اَنْ عَبَّدْتَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۜ “Başıma kaktığın o iyilik (bebekken beni yetiştirmiş olmanız) ise, bir iyilik değil, İsrail Oğulları’nı köleleştirmiş olmandan dolayıydı.” |
22 |
|
قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَم۪ينَ Firavun, “Âlemlerin Rabbi de neyin nesi?” dedi. |
23 |
|
قَالَ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۜ اِنْ كُنْتُمْ مُوقِن۪ينَ Musa cevap verdi: “Göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki her şeyin Rabbidir; eğer gerçeği anlama niyetinde iseniz, böyledir.” |
24 |
|
قَالَ لِمَنْ حَوْلَـهُٓ اَلَا تَسْتَمِعُونَ Firavun, çevresindekilere (alayı alaylı), “Ne dediğini işitiyorsunuz değil mi?” diye sordu. |
25 |
|
قَالَ رَبُّكُمْ وَرَبُّ اٰبَٓائِكُمُ الْاَوَّل۪ينَ Musa, (aldırmadan, tartışmaya girmeden) devam etti: “O, sizin de Rabbinizdir, sizden önceki bütün atalarınızın da Rabbidir.” |
26 |
|
قَالَ اِنَّ رَسُولَكُمُ الَّـذ۪ٓي اُرْسِلَ اِلَيْكُمْ لَمَجْنُونٌ Firavun, (yine etrafındakilere dönerek): “Size gönderilen bu elçi var ya, gerçekten bir deli!” dedi. |
27 |
|
قَالَ رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَاۜ اِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ Musa, (yine aldırmadan) devam etti: “O, doğunun, batının ve bu ikisi arasında yer alan her şeyin de Rabbidir. Eğer gerçekten düşünüp akledebiliyorsanız, böyledir.” |
28 |
|
قَالَ لَئِنِ اتَّخَذْتَ اِلٰهاً غَيْر۪ي لَاَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُون۪ينَ Firavun, tehdide başvurdu: “(Bak Musa,) eğer benden başka bir ilâh edinecek olursan, var ya, hiç şüphen olmasın ki seni zindana tıkarım.” |
29 |
|
قَالَ اَوَلَوْ جِئْتُكَ بِشَيْءٍ مُب۪ينٍ Musa, “Sana (söylediklerimin doğruluğunu ispat eden) apaçık bir delille gelmiş olsam da mı?” diye karşılık verdi. |
30 |
|
قَالَ فَأْتِ بِه۪ٓ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ “Haydi, doğruyu söylüyorsan, o zaman göster o delilini!” dedi Firavun. |
31 |
|
فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ Bunun üzerine Musa asâsını yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler: Asâ, her haliyle büyük bir yılan oluvermiş. |
32 |
|
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟ Bir de, sağ elini koynundan çıkarıverdi ki, bakanların gözlerini kamaştıracak derecede parlak mı parlak! |
33 |
|
قَالَ لِلْمَلَأِ حَوْلَـهُٓ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ Firavun, (meseleyi) etrafındaki (ileri gelenlere, danışma heyetine sundu ve) “Bu adam, gerçekten çok bilgin bir büyücü!” dedi. |
34 |
|
يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِه۪ۗ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ “Yaptığı büyülerle sizi yerinizden, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Bu durumda ne tavsiye edersiniz?” |
35 |
|
قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَابْعَثْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ (Meseleyi aralarında görüşen heyet, Fi ravun’a şu mütalâada bulundu:) “Onu ve kardeşini bir süre burada alıkoy ve bu arada bütün şehirlere ulaklar sal. |
36 |
|
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَحَّارٍ عَل۪يمٍ “Ne kadar bilgin, usta büyücü varsa toplayıp sana getirsinler.” |
37 |
|
فَجُمِعَ السَّحَرَةُ لِم۪يقَاتِ يَوْمٍ مَعْلُومٍۙ Derken, kararlaştırılan malûm (bayram) gününde (Musa ile karşılaşmak üzere) bütün büyücüler bir araya toplandı. |
38 |
|
وَق۪يلَ لِلنَّاسِ هَلْ اَنْتُمْ مُجْتَمِعُونَۙ Halk da, “Haydi, gelmiyor musunuz?” diye davet edildi. |
39 |
|
لَعَلَّنَا نَتَّبِعُ السَّحَرَةَ اِنْ كَانُوا هُمُ الْغَالِب۪ينَ “Bekliyoruz ki, büyücüler galip gelsin ve inanç hususunda biz de onlara tâbi olalım.” |
40 |
|
فَلَمَّا جَٓاءَ السَّحَرَةُ قَالُوا لِفِرْعَوْنَ اَئِنَّ لَنَا لَاَجْراً اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ Derken, büyücüler karşılaşma yerine geldi ve Firavun’a, “Eğer galip gelirsek herhalde bize büyük bir mükâfat verilir!” dediler. |
41 |
|
قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ اِذاً لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ “Tabiî,” dedi Firavun, “o zaman benim gözdelerimden olacaksınız.” |
42 |
|
قَالَ لَهُمْ مُوسٰٓى اَلْقُوا مَٓا اَنْتُمْ مُلْقُونَ (Müsabakaya geçildi ve) Musa büyücülere, “Haydi, ortaya ne koyacaksanız koyun!” dedi. |
43 |
|
فَاَلْقَوْا حِبَالَهُمْ وَعِصِيَّهُمْ وَقَالُوا بِعِزَّةِ فِرْعَوْنَ اِنَّا لَنَحْنُ الْغَالِبُونَ Ellerindeki ipleri ve değnekleri yere bıraktılar ve “Firavun’un gücü ve izzeti hakkına, galip gelen biz olacağız!” dediler. |
44 |
|
فَاَلْقٰى مُوسٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ Sonra da Musa asâsını yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler, büyücülerin ortaya koyduğu bütün göz boyayıcı şeyleri yutuyor. |
45 |
|
فَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۙ Büyücüler hemen secdeye kapandılar. |
46 |
|
قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ “Âlemlerin Rabbi’ne iman ettik!” dediler. |
47 |
|
رَبِّ مُوسٰى وَهٰرُونَ “Musa’nın ve Harun’un Rabbi’ne!” |
48 |
|
قَالَ اٰمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۚ اِنَّهُ لَكَب۪يرُكُمُ الَّذ۪ي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَۚ فَلَسَوْفَ تَعْلَمُونَۜ لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ “Ben size izin vermeden O’na inanmak ha?” diye (çıkıştı) Firavun: “Anlaşıldı, Musa sizin ustanızmış; büyüyü size o öğretmiş! Görürsünüz siz! Andolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kesecek ve hepinizi asacağım!” |
49 |
|
قَالُوا لَا ضَيْرَۘ اِنَّٓا اِلٰى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَۚ “Hiç önemi yok!” dediler, “Nasıl olsa Rabbimize dönüyoruz. |
50 |
|
اِنَّا نَطْمَعُ اَنْ يَغْفِرَ لَنَا رَبُّنَا خَطَايَانَٓا اَنْ كُنَّٓا اَوَّلَ الْمُؤْمِن۪ينَۜ۟ “Umarız ki, (Musa ve Harun ile getirdikleri Mesaj’a) ilk iman edenler olduğumuz için Rabbimiz günahlarımızı affeder.” |
51 |
|
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَسْرِ بِعِبَاد۪ٓي اِنَّكُمْ مُتَّبَعُونَ (Hadiseler bir noktaya geldi ve nihayet) Musa’ya, “Kullarımı gece yola çıkar; arkadan sizi mutlaka takip edecekler.” diye vahyettik. |
52 |
|
فَاَرْسَلَ فِرْعَوْنُ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۚ Bu arada Firavun, asker toplamak üzere bütün şehirlere görevliler saldı. |
53 |
|
اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ لَشِرْذِمَةٌ قَل۪يلُونَۙ “Esasen bunlar, çok küçük ve sefil bir topluluktur!” diyorlardı. |
54 |
|
وَاِنَّهُمْ لَنَا لَـغَٓائِظُونَۙ “(Cirimlerine bakmadan,) bizi öfkelendiriyorlar. |
55 |
|
وَاِنَّا لَجَم۪يعٌ حَاذِرُونَۜ “Ama biz, elbette uyanık ve tedbirli büyük bir topluluğuz.” |
56 |
|
فَاَخْرَجْنَاهُمْ مِنْ جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ Böylece Biz onları, o çok güzel bağlardan, bahçelerden ve akıp duran su kaynaklarından çıkardık; |
57 |
|
وَكُنُوزٍ وَمَقَامٍ كَر۪يمٍۙ Onca hazinelerden, servetlerden, kendilerince çok değerli o yüksek makam ve mevkilerden de. |
58 |
|
كَذٰلِكَۜ وَاَوْرَثْنَاهَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۚ Her şey, işte böyle cereyan etti. Sonunda, benzer büyük nimetleri İsrail Oğullarına bahşettik. |
59 |
|
فَاَتْبَعُوهُمْ مُشْرِق۪ينَ Derken Firavun’un ordusu, güneş doğup ortalığı aydınlatırken, (geceden yola çıkmış bulunan) İsrail Oğulları’nı takibe koyuldu. |
60 |
|
فَلَمَّا تَـرَٓاءَ الْجَمْعَانِ قَالَ اَصْحَابُ مُوسٰٓى اِنَّا لَمُدْرَكُونَۚ İki topluluk birbirlerini görecek mesafeye gelince Musa’nın beraberindekiler, “Eyvah, yetiştiler!” dediler. |
61 |
|
قَالَ كَلَّاۚ اِنَّ مَعِيَ رَبّ۪ي سَيَهْد۪ينِ “Asla!” dedi Musa, “Rabbim muhakkak benimledir; bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” |
62 |
|
فَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَۜ فَانْفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظ۪يمِۚ Biz de Musa’ya, “Asânla denize vur!” diye vahyettik. Musa vurur vurmaz deniz yarıldı ve sular, (koridor benzeri açılan yolun iki yanına) birer büyük dağ gibi yığıldı. |
63 |
|
وَاَزْلَفْنَا ثَمَّ الْاٰخَر۪ينَۚ Ötekileri (Firavun’un ordusunu da) oraya yaklaştırdık. |
64 |
|
وَاَنْجَيْنَا مُوسٰى وَمَنْ مَعَهُٓ اَجْمَع۪ينَۚ Musa’yı ve beraberinde bulunan herkesi kurtardık. |
65 |
|
ثُمَّ اَغْرَقْنَا الْاٰخَر۪ينَۜ Ardından, diğerlerini suda boğduk. |
66 |
|
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ Bütün bu (olup bitenlerde) hiç kuşkusuz çok önemli bir ibret vardır. (Ey Rasûlüm, kavminden çoğu iman etmiyor diye üzülme.) Gerçe şu ki, (gördükleri onca mucizeye rağmen, bu kıssada sözü edilen Firavun halkının da, Musa’nın kavminin de) çoğu mü’min değildi. |
67 |
|
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ Şüphesiz ki senin Rabbin, O’dur Azîz (her işte üstün ve mutlak galip, izzetine dokunan herkesi kahretmeye mutlak kadir), O’dur Rahîm (özellikle mü’min kullarına karşı hususî rahmet ve merhameti pek bol olan). |
68 |
|
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ اِبْرٰه۪يمَۢ Onlara İbrahim’in (hayatındaki şu önemli) hadiseleri de oku, anlat: |
69 |
|
اِذْ قَالَ لِاَب۪يهِ وَقَوْمِه۪ مَا تَعْبُدُونَ İbrahim, bir gün atasına ve halkına hitaben, “Nedir bu taptıklarınız böyle?” dedi. |
70 |
|
قَالُوا نَعْبُدُ اَصْنَاماً فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِف۪ينَ “(Bildiğin gibi) biz, (tahtadan ve taştan yapılmış da olsalar) birtakım putlara tapıyoruz; (ilâhlarımız oldukları için) önlerinde eğilmeye de devam edeceğiz.” diye cevap verdiler. |
71 |
|
قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ اِذْ تَدْعُونَۙ İbrahim sordu: “Onlara dua ettiğinizde, onlar sizi duyuyor mu? |
72 |
|
اَوْ يَنْفَعُونَكُمْ اَوْ يَضُرُّونَ “Veya (taptığınızda) size bir fayda, (tapmadığınızda) zarar verebiliyor, (ya da gerektiğinde) sizden bir zararı giderebiliyorlar mı?” |
73 |
|
قَالُوا بَلْ وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا كَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ “Hayır” dediler, “ama biz, babalarımızı, dedelerimizi hep böyle yaparken bulduk.” |
74 |
|
قَالَ اَفَرَاَيْتُمْ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَۙ “Öyle de, nelere taptığınıza şöyle bir bakmaz mısınız?” dedi İbrahim. |
75 |
|
اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمُ الْاَقْدَمُونَ “Eski atalarınızdan beri tapageldiğiniz şeylere? |
76 |
|
فَاِنَّهُمْ عَدُوٌّ ل۪ٓي اِلَّا رَبَّ الْعَالَم۪ينَۙ “Görüyorum ki, taptığınız o şeylerin hepsi bana düşmandır; ancak Âlemlerin Rabbi başka. |
77 |
|
اَلَّذ۪ي خَلَقَن۪ي فَهُوَ يَهْد۪ينِۙ “O ki, beni yarattı ve bana her konuda takip etmem gereken yolu gösterir, beni faydama olan şeylere yöneltir. |
78 |
|
وَالَّذ۪ي هُوَ يُطْعِمُن۪ي وَيَسْق۪ينِۙ “O’dur acıktığımda beni doyuran, susadığımda susuzluğumu gideren; (yiyeceğimi de, içeceğimi de yaratan O’dur). |
79 |
|
وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِۖ “Hastalandığımda O’dur bana şifa veren. |
80 |
|
وَالَّذ۪ي يُم۪يتُن۪ي ثُمَّ يُحْي۪ينِۙ “O’dur bana ölümü verecek ve sonra da beni diriltecek olan. |
81 |
|
وَالَّـذ۪ٓي اَطْمَعُ اَنْ يَغْفِرَ ل۪ي خَط۪ٓيـَٔت۪ي يَوْمَ الدّ۪ينِۜ “O büyük Hesap Günü’nde günahlarımı bağışlayacağını umduğum da O’dur. |
82 |
|
رَبِّ هَبْ ل۪ي حُكْماً وَاَلْحِقْن۪ي بِالصَّالِح۪ينَۙ (İbrahim, dua ve münacata yöneldi:) “Rabbim, bana hikmet ve her konuda doğru hüküm ve karar verebilme kabiliyeti bahşet; beni salih kullarının arasına kat. |
83 |
|
وَاجْعَلْ ل۪ي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِر۪ينَۙ “Bana gelecek nesiller arasında hayırla anılmamı nasip buyur. |
84 |
|
وَاجْعَلْن۪ي مِنْ وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّع۪يمِۙ “Ve beni içinde nimetlerin kaynadığı Cennet’in mirasçılarından kıl. |
85 |
|
وَاغْفِرْ لِاَب۪ٓي اِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّٓالّ۪ينَۙ “Atamı da bağışla; çünkü o, sapıp gitmişler içinde bulunuyor. |
86 |
|
وَلَا تُخْزِن۪ي يَوْمَ يُبْعَثُونَۙ “Beni rüsvay etme insanların diriltilip bir araya toplanacağı gün; |
87 |
|
يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ “Fayda vermeyeceği gün ne malın, ne çocukların; |
88 |
|
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ “Ancak Allah’a tertemiz ve her türlü (manevî) hastalıktan uzak bir kalble gelen bir kişi olmanın (fayda vereceği).” |
89 |
|
وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّق۪ينَۙ O gün Cennet, kalbleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na itaatsizlikten, dolayısıyla O’nun azabından sakınanlar için yaklaştırılır; |
90 |
|
وَبُرِّزَتِ الْجَح۪يمُ لِلْغَاو۪ينَۙ Alevli Ateş ise azgın isyankârlar için yayılıp açılır. |
91 |
|
وَق۪يلَ لَهُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَۙ Ve onlara seslenilir: “Nerede o dünyada iken taptıklarınız, |
92 |
|
مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ هَلْ يَنْصُرُونَكُمْ اَوْ يَنْتَصِرُونَۜ “Allah’tan başka? Şimdi size bir yardımları dokunuyor mu, en azından kendilerine olsun faydaları var mı?” |
93 |
|
فَكُبْكِبُوا ف۪يهَا هُمْ وَالْغَاوُ۫نَۙ Sonra, hepsi baş aşağı Cehennem’e fırlatılır; o (kendilerine tapılan putlar, önlerinde eğilinen tağutlar) ve o sapkın isyankârlar; |
94 |
|
وَجُنُودُ اِبْل۪يسَ اَجْمَعُونَۜ Ve bütün İblis orduları. |
95 |
|
قَالُوا وَهُمْ ف۪يهَا يَخْتَصِمُونَۙ Orada birbirlerini suçlamaya başlarlar. (Sapkın isyankârlar,) der: |
96 |
|
تَاللّٰهِ اِنْ كُنَّا لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۙ “Allah’a yemin olsun, gerçekten biz besbelli bir sapıklık içindeydik. |
97 |
|
اِذْ نُسَوّ۪يكُمْ بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ “Sizi Âlemlerin Rabbi ile bir tutuyorduk. |
98 |
|
وَمَٓا اَضَلَّـنَٓا اِلَّا الْمُجْرِمُونَ “Ama bizi saptıranlar, hep o hayatları günah hasadından ibaret inkârcı suçlular oldu. |
99 |
|
فَمَا لَنَا مِنْ شَافِع۪ينَۙ “Gayri bir şefaatçimiz de yok; |
100 |
|
وَلَا صَد۪يقٍ حَم۪يمٍ “Ne de candan bir dostumuz. |
101 |
|
فَلَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ “Ne olur, bize bir şans daha tanınsa da dünyaya döndürülsek; o zaman mutlaka mü’minlerden oluruz!” |
102 |
|
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ Bütün bu olup bitenlerde (İbrahim’in yaşadıklarında) elbette çok önemli bir ibret vardır. Doğrusu, o halkın çoğu mü’min değildi. |
103 |
|
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ Şüphesiz ki senin Rabbin, O’dur Azîz, O’dur Rahîm. |
104 |
|
كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍۨ الْمُرْسَل۪ينَۚ Nuh’un halkı da (Nuh’u yalanladı ve O’nu yalanlamakla bütün) rasûlleri yalanlamış oldular. |
105 |
|
اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ نُوحٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ Kardeşleri Nuh onlara şu tebliğde bulunmuştu: “Allah’a gönülden saygı duymalı ve O’na isyandan, dolayısıyla O’nun azabından sakınmalı değil misiniz? |
106 |
|
اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ “Şüphesiz ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. |
107 |
|
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ “O halde artık Allah’tan korkun, O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
108 |
|
وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ “Ben, bu davetim karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretimi verecek olan ancak Âlemlerin Rabbi’dir. |
109 |
|
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۜ “Artık Allah’tan korkun, O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” |
110 |
|
قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ لَكَ وَاتَّبَعَكَ الْاَرْذَلُونَۜ “Şimdi, seni izleyenlerin toplumun en süflîleri olduklarını görüp dururken sana inanmamızı nasıl beklersin?” dediler. |
111 |
|
قَالَ وَمَا عِلْم۪ي بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ Nuh, “(İddia ettiğiniz gibi, iman etmeden önce bir takım bayağı işlere bulaşmışlarsa, o dönemde) neyle meşguldüler, ne yapıyorlardı, bu konuda hiçbir bilgim yok!” dedi. |
112 |
|
اِنْ حِسَابُهُمْ اِلَّا عَلٰى رَبّ۪ي لَوْ تَشْعُرُونَۚ “Ama birazcık idrakiniz olsaydı bilirdiniz ki, onların hesabı ancak Rabbime aittir. |
113 |
|
وَمَٓا اَنَا۬ بِطَارِدِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ “Kimse benden mü’minleri kovmamı beklemesin. |
114 |
|
اِنْ اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۜ “Ben, (insanların yaptıklarını araştırmaya memur veya onlardan sorumlu değilim;) ben, ancak gerçeği apaçık ortaya koymaya memur bir uyarıcıyım.” |
115 |
|
قَالُوا لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ۬ يَا نُوحُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمَرْجُوم۪ينَۜ “Ey Nuh!” diye çıkıştılar, “eğer bu davandan vazgeçmezsen, bil ki taşa tutulup öldürüleceksin!” |
116 |
|
قَالَ رَبِّ اِنَّ قَوْم۪ي كَذَّبُونِۚ (Asırlarca süren mücadelenin sonunda) Nuh, “Rabbim,” diye münacatta bulundu, “halkım beni yalanladı. |
117 |
|
فَافْتَحْ بَيْن۪ي وَبَيْنَهُمْ فَتْحاً وَنَجِّن۪ي وَمَنْ مَعِيَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ “Artık benimle onlar arasındaki kesin hükmünü ver; ver de beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar!” |
118 |
|
فَاَنْجَيْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِۚ Biz de, O’nu ve beraberindekileri (üzerine mü’minler ve her hayvan türünden bir çift yüklenmiş bulunan) o dopdolu gemi içinde kurtardık. |
119 |
|
ثُمَّ اَغْرَقْنَا بَعْدُ الْبَاق۪ينَۜ Sonra da arkada kalanları suda boğduk. |
120 |
|
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ Bütün bu (olup bitenlerde) hiç kuşkusuz çok önemli bir ibret vardır. Doğrusu, o halkın çoğu mü’min değildi. |
121 |
|
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ Şüphesiz ki senin Rabbin, O’dur Azîz, O’dur Rahîm. |
122 |
|
كَذَّبَتْ عَادٌۨ الْمُرْسَل۪ينَۚ Âd da (Hûd’u yalanladı ve O’nu yalanlamakla bütün) rasûlleri yalanlamış oldu. |
123 |
|
اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ هُودٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ Kardeşleri Hûd onlara şu tebliğde bulunmuştu: “Allah’a gönülden saygı duymalı ve O’na isyandan, dolayısıyla O’nun azabından sakınmalı değil misiniz? |
124 |
|
اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ “Şüphesiz ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. |
125 |
|
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ “O halde artık Allah’tan korkun, O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
126 |
|
وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ “Ben, bu davetim karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretimi verecek olan ancak Âlemlerin Rabbi’dir. |
127 |
|
اَتَبْنُونَ بِكُلِّ ر۪يعٍ اٰيَةً تَعْبَثُونَۙ “Böyle, gösteriş ve eğlence olsun diye her yüksek yere anıt gibi binalar dikip duracak mısınız? |
128 |
|
وَتَتَّخِذُونَ مَصَانِـعَ لَعَلَّكُمْ تَخْلُدُونَۚ “Kendiniz için de, dünyada ebedî kalacakmış gibi hep böyle sağlam köşkler, kaleler mi inşa edeceksiniz? |
129 |
|
وَاِذَا بَطَشْتُمْ بَطَشْتُمْ جَبَّار۪ينَۚ “Elde ettiğiniz her şeyi başkalarının hukukunu hiçe sayarak hep zorbalıkla mı elde edeceksiniz? |
130 |
|
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ “Artık Allah’tan korkun, O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
131 |
|
وَاتَّقُوا الَّـذ۪ٓي اَمَدَّكُمْ بِمَا تَعْلَمُونَۚ “Korkun O Zat’tan ki, size bildiğiniz bunca nimetleri verdi. |
132 |
|
اَمَدَّكُمْ بِاَنْعَامٍ وَبَن۪ينَۙ “Size bol bol evcil hayvanlar ve evlâtlar bahşetti. |
133 |
|
وَجَنَّاتٍ وَعُيُونٍۚ “Ayrıca bağlar, bahçeler ve akıp duran su kaynakları da. |
134 |
|
اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍۜ “Gerçekten ben, çok müthiş olacak bir günde başınızda patlayacak bir felâketten endişe ediyorum.” |
135 |
|
قَالُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْنَٓا اَوَعَظْتَ اَمْ لَمْ تَكُنْ مِنَ الْوَاعِظ۪ينَۙ “Hûd,” dediler, “bize ister böyle nasihatlarda bulunmuşsun ister hiç bulunmamışsın, bizim için fark etmez. |
136 |
|
اِنْ هٰذَٓا اِلَّا خُلُقُ الْاَوَّل۪ينَۙ “Bizim tuttuğumuz bu yol, eskiden beri atalarımızın takip edegeldiği âdetlerinden başka bir şey değildir. |
137 |
|
وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّب۪ينَۚ “Bundan dolayı biz, öyle dediğin gibi cezalandırılacak falan da değiliz.” |
138 |
|
فَكَذَّبُوهُ فَاَهْلَكْنَاهُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ Böylece Hûd’u yalanladılar ve neticede Biz de kendilerini helâk ettik. Bütün bu olup bitenlerde hiç kuşkusuz çok önemli bir ibret vardır. Doğrusu, o halkın çoğu mü’min değildi. |
139 |
|
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ Şüphesiz ki senin Rabbin, O’dur Azîz, O’dur Rahîm. |
140 |
|
كَذَّبَتْ ثَمُودُ الْمُرْسَل۪ينَۚ Semûd da (Salih’i yalanladı ve O’nu yalanlamakla bütün) rasûlleri yalanlamış oldu. |
141 |
|
اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ صَالِحٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ Kardeşleri Salih onlara şu tebliğde bulunmuştu: “Allah’a gönülden saygı duymalı ve O’na isyandan, dolayısıyla O’nun azabından sakınmalı değil misiniz? |
142 |
|
اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ “Şüphesiz ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. |
143 |
|
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ “O halde artık Allah’tan korkun, O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
144 |
|
وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ “Ben, bu davetim karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretimi verecek olan ancak Âlemlerin Rabbi’dir. |
145 |
|
اَتُتْرَكُونَ ف۪ي مَا هٰهُنَٓا اٰمِن۪ينَۙ “Siz, burada konfor ve güven içinde kendi halinize bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? |
146 |
|
ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ “Bağlar ve bahçeler içinde, su kaynaklarının başlarında. |
147 |
|
وَزُرُوعٍ وَنَخْلٍ طَلْعُهَا هَض۪يمٌۚ “Ekinler, bostanlar, dalları kırılacak derecede yüklü salkımları sarkan hurmalıklar içinde. |
148 |
|
وَتَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتاً فَارِه۪ينَۚ “Ve bu düşünceyle mi dağlarda ince ince işlenmiş lüks evler yontuyorsunuz? |
149 |
|
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ “Artık Allah’tan korkun, O’na isyandan sakının ve bana itaat edin. |
150 |
|
وَلَا تُط۪يعُٓوا اَمْرَ الْمُسْرِف۪ينَۙ “O her işi aşırılık olanların isteklerine uymayın. |
151 |
|
اَلَّذ۪ينَ يُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ “İşi gücü dünyada bozgunculuk çıkarmak olan ve düzeltme adına hiçbir şey yapmayan o kimselerin.” |
152 |
|
قَالُٓوا اِنَّـمَٓا اَنْتَ مِنَ الْمُسَحَّر۪ينَۚ “Salih,” dediler, “sen, büyülenmiş birisin. |
153 |
|
مَٓا اَنْتَ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَاۚ فَأْتِ بِاٰيَةٍ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ “Hem bizden bir farkın yok ki, sen de bizim gibi bir beşersin. Eğer bu söylediklerinde doğru isen, haydi bir işaret, bir delil göster de görelim.” |
154 |
|
قَالَ هٰذِه۪ نَاقَةٌ لَهَا شِرْبٌ وَلَكُمْ شِرْبُ يَوْمٍ مَعْلُومٍۚ “İşte,” dedi Salih, “(Allah’ın size mucizesi olarak) bir dişi deve. İçme suyunuz, nöbetleşe olarak bir gün onun, bir gün de sizin. |
155 |
|
وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُٓوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ “Sakın ona bir fenalık yapayım demeyin. Yoksa çok müthiş olacak bir günde bir felâket başınıza çöküverir.” |
156 |
|
فَعَقَرُوهَا فَاَصْبَحُوا نَادِم۪ينَۙ Ama (deveye daha fazla katlanamaya rak,) sonunda onu vahşice boğazladılar; ne var ki, çok geçmeden yaptıklarına pişman oldular. |
157 |
|
فَاَخَذَهُمُ الْعَذَابُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ Çünkü (kendilerine haber verilen) o felâket onları yakalayıverdi. Bütün bu olup bitenlerde hiç kuşkusuz çok önemli bir ibret vardır. Doğrusu, o halkın çoğu mü’min değildi. |
158 |
|
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ Şüphesiz ki senin Rabbin, O’dur Azîz, O’dur Rahîm. |
159 |
|
كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍۨ الْمُرْسَل۪ينَۚ Lût’un halkı da (Lût’u yalanladı ve O’nu yalanlamakla bütün) rasûlleri yalanlamış oldular. |
160 |
|
اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ لُوطٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ Kardeşleri Lût onlara şu tebliğde bulunmuştu: “Allah’a gönülden saygı duymalı ve O’na isyandan, dolayısıyla O’nun azabından sakınmalı değil misiniz? |
161 |
|
اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ “Şüphesiz ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. |
162 |
|
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ “O halde artık Allah’tan korkun, O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
163 |
|
وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ “Ben, bu davetim karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretimi verecek olan ancak Âlemlerin Rabbi’dir. |
164 |
|
اَتَأْتُونَ الذُّكْرَانَ مِنَ الْعَالَم۪ينَۙ “İnsanlar içinde böyle (göz göre göre) erkeklere mi varacaksınız? |
165 |
|
وَتَذَرُونَ مَا خَلَقَ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ اَزْوَاجِكُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ عَادُونَ “Neden Rabbinizin sizin için eşlerinizde yaratıp helâl kıldığını bırakıyorsunuz? Gerçekten haddi aşan bir topluluksunuz siz.” |
166 |
|
قَالُوا لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ۬ يَا لُوطُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمُخْرَج۪ينَ “Lût,” dediler, “bu söyleyip durduklarına bir son vermezsen, bil ki ülkeden sürgün edileceksin!” |
167 |
|
قَالَ اِنّ۪ي لِعَمَلِكُمْ مِنَ الْقَال۪ينَۜ “(Umurumda değil!” dedi) Lût, “zaten ben, sizin yaptığınız bu işten iğreniyorum.” |
168 |
|
رَبِّ نَجِّن۪ي وَاَهْل۪ي مِمَّا يَعْمَلُونَ Ve nihayet şöyle münacatta bulundu: “Rabbim, şunların yaptıklarının sebep olacağı felâketten beni ve ailemi kurtar.” |
169 |
|
فَنَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَـهُٓ اَجْمَع۪ينَۙ Neticede O’nu ve bütün ailesini kurtardık. |
170 |
|
اِلَّا عَجُوزاً فِي الْغَابِر۪ينَۚ Geride kalıp helâk olanlara karışan yaşlı bir kadın hariç. |
171 |
|
ثُمَّ دَمَّرْنَا الْاٰخَر۪ينَۚ Ardından, diğerlerini toptan imha ettik. |
172 |
|
وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَراًۚ فَسَٓاءَ مَطَرُ الْمُنْذَر۪ينَ Üzerlerine öyle bir yağmur indirdik ki!! Uyarılan, fakat uyarıya kulak asmayanların yağmuru ne fena bir yağmur oldu! |
173 |
|
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ Bütün bu olup bitenlerde hiç kuşkusuz çok önemli bir ibret vardır. Doğrusu, o halkın çoğu mü’min değildi. |
174 |
|
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ Şüphesiz ki senin Rabbin, O’dur Azîz, O’dur Rahîm. |
175 |
|
كَذَّبَ اَصْحَابُ لْـَٔيْكَةِ الْمُرْسَل۪ينَۚ Eyke halkı da (Şuayb’ı yalanladı ve O’nu yalanlamakla bütün) rasûlleri yalanlamış oldular. |
176 |
|
اِذْ قَالَ لَهُمْ شُعَيْبٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ Şuayb, onlara şu tebliğde bulunmuştu: “Allah’a gönülden saygı duymalı ve O’na isyandan, dolayısıyla O’nun azabından sakınmalı değil misiniz? |
177 |
|
اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ “Şüphesiz ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. |
178 |
|
فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ “O halde artık Allah’tan korkun, O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. |
179 |
|
وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ “Ben, bu davetim karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretimi verecek olan ancak Âlemlerin Rabbi’dir. |
180 |
|
اَوْفُوا الْكَيْلَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُخْسِر۪ينَۚ “Ölçüyü tam yapın ve eksik ölçerek aldatanlardan, başkalarına zarar verenlerden olmayın. |
181 |
|
وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَق۪يمِۚ “Tarttığınızda da doğru terazi ile tartın. |
182 |
|
وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ اَشْيَٓاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَۚ “İnsanların mallarını eksilterek, onları haklarından mahrum etmeyin ve bozgunculuk yaparak ülkede nizamı bozmayın. |
183 |
|
وَاتَّقُوا الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ وَالْجِبِلَّةَ الْاَوَّل۪ينَۜ “Sizi ve sizden önceki nesilleri de yaratan Zât’a karşı saygılı olun, O’na karşı gelmekten sakının.” |
184 |
|
قَالُٓوا اِنَّـمَٓا اَنْتَ مِنَ الْمُسَحَّر۪ينَۙ “Şuayb,” dediler, “sen, büyülenmiş birisisin. |
185 |
|
وَمَٓا اَنْتَ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا وَاِنْ نَظُنُّكَ لَمِنَ الْكَاذِب۪ينَۚ “Sonra, senin bizden farklı bir yanın yok ki, sen de bizim gibi bir beşersin. Kanaatimiz geldi ki, sen yalancının tekisin de. |
186 |
|
فَاَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفاً مِنَ السَّمَٓاءِ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَۜ “Yok, eğer gerçekten doğru konuşan biri isen, haydi üzerimize gök parçaları düşür.” |
187 |
|
قَالَ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ Şuayb, “Sizin işlediklerinizi Rabbim elbette çok daha iyi biliyor.” dedi (ve onları Allah’a havale etti). |
188 |
|
فَكَذَّبُوهُ فَاَخَذَهُمْ عَذَابُ يَوْمِ الظُّلَّةِۜ اِنَّهُ كَانَ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ Hasılı, Şuayb’ı yalanladılar, ama sonuçta etrafı kapkara gölgelerin kapladığı o günde dehşetli bir felâket onları yakalayıverdi. Gerçekten çok müthiş bir gündü o felâket günü. |
189 |
|
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ Bütün bu olup bitenlerde hiç kuşkusuz çok önemli bir ibret vardır. Doğrusu, o halkın çoğu mü’min değildi. |
190 |
|
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ Şüphesiz ki senin Rabbin, O’dur Azîz, O’dur Rahîm. |
191 |
|
وَاِنَّهُ لَتَنْز۪يلُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ Bu Kur’ân, hiç şüphesiz Âlemlerin Rabbi’ne ait olup, O’nun bölüm bölüm indirdiği bir kitaptır. |
192 |
|
نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ O’nu Rûhu’lEmîn getiriyor, |
193 |
|
عَلٰى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَۙ Senin kalbine, ki (vahiy emanetini yüklenmiş ve insanları gittikleri yolun neticesi konusunda ikaz edecek) bir uyarıcı olasın diye, |
194 |
|
بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُب۪ينٍۜ Apaçık Arapça dilinde. |
195 |
|
وَاِنَّهُ لَف۪ي زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ O, önceki kitaplarda haber verilmiştir. |
196 |
|
اَوَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ اٰيَةً اَنْ يَعْلَمَهُ عُلَمٰٓؤُ۬ا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۜ Bu gerçeği İsrail Oğulları âlimlerinin bilmesi, o müşrikler için yeterli bir delil teşkil etmez mi? |
197 |
|
وَلَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلٰى بَعْضِ الْاَعْجَم۪ينَۙ Fakat Biz onu, Arap olmayan birine indirmiş olsaydık, |
198 |
|
فَقَرَاَهُ عَلَيْهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ مُؤْمِن۪ينَۜ Ve o da bu Kitabı kendilerine okusaydı, onlar ona yine de inanmazlardı. |
199 |
|
كَذٰلِكَ سَلَكْنَاهُ ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۜ Kur’ân’ı hayatları günah hasadından ibaret o inkârcı suçluların kalblerinden (inkâr ve günahta ısrarları sebebiyle) işte böyle, kalıcı bir tesir bırakmadan geçirip gidiyoruz: |
200 |
|
لَا يُؤْمِنُونَ بِه۪ حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَۙ (Onun Kelâmımız olduğunu gösteren apaçık ve reddedilemez delillere rağmen,) can yakıcı azapla karşı karşıya gelinceye kadar ona inanmayacaklardır. |
201 |
|
فَيَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَۙ Ama o azap, onlar onu hiç beklemezken ve farkına da varamadan ansızın başlarında patlayıverir. |
202 |
|
فَيَقُولُوا هَلْ نَحْنُ مُنْظَرُونَۜ İşte o zaman, “Bize birazcık olsun süre verilip de kendimizi düzeltmemize imkân tanınamaz mı?” diye inlerler. |
203 |
|
اَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ Şimdi ise onlara vereceğimiz cezanın hemen gelmesi mi istiyorlar? |
204 |
|
اَفَرَاَيْتَ اِنْ مَتَّعْنَاهُمْ سِن۪ينَۙ Elbette farkındasın: onları nimetler içinde daha senelerce yaşatsak; |
205 |
|
ثُمَّ جَٓاءَهُمْ مَا كَانُوا يُوعَدُونَۙ Sonra da kendisiyle tehdit edildikleri azap başlarına gelse, |
206 |
|
مَٓا اَغْنٰى عَنْهُمْ مَا كَانُوا يُمَتَّعُونَۜ Bu durumda, daha yıllarca hayatta bırakılmış olmaları onlara hiçbir fayda vermeyecektir ki. |
207 |
|
وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا لَهَا مُنْذِرُونَۗۛ Biz, kendilerine uyarıcılar gönderip (de halkını senelerce uyarmadan) hiçbir ülkeyi helâk etmedik. |
208 |
|
ذِكْرٰى۠ۛ وَمَا كُنَّا ظَالِم۪ينَ Onlara sürekli öğüt verilmiş, hatırlatmalarda bulunulmuştur. Biz, kimseye haksızlık yapmadık, (yapmayız da). |
209 |
|
وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاط۪ينُ Bu Kur’ân’ı asla şeytanlar getirmiş değildir. |
210 |
|
وَمَا يَنْبَغ۪ي لَهُمْ وَمَا يَسْتَط۪يعُونَۜ Bu, ne onların yapacağı bir iştir, ne de böyle bir şeye güçleri yeter. |
211 |
|
اِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَۜ Onlar, (Rasûl’e iletilmesi esnasında) vahyi işitmekten kesinlikle men edilmişlerdir de. |
212 |
|
فَلَا تَدْعُ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهاً اٰخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّب۪ينَۚ Sakın Allah’tan başka bir ilâh daha edinip de ona ibadet ve dua etme; yoksa azaba maruz kalanlardan olursun. |
213 |
|
وَاَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الْاَقْرَب۪ينَۙ Ve önce en yakın akrabanı uyar. |
214 |
|
وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّـبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَۚ (Din’i yaşamada) sana tâbi olan mü’ minlerin üzerine de şefkat, merhamet ve himaye kanatlarını ger. |
215 |
|
فَاِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَۚ (Yakınların davetine uymayı reddederek, yeni mü’minler ise eski hal ve yaşayışlarını terk etmeyerek) sana isyan edecek olurlarsa, “Sizin yaptıklarınızdan uzağım, onlarla hiçbir alâkam yok!” diye ilan et. |
216 |
|
وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ Ve O Azîz ve Rahîm’e güvenip dayan. |
217 |
|
اَلَّذ۪ي يَرٰيكَ ح۪ينَ تَقُومُۙ O seni, Kendisi’ne ibadet için namaza dururken gördüğü gibi, her zaman O’nun emirlerini yerine getirmeye âmade bulunduğunu da görüyor. |
218 |
|
وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِد۪ينَ (Kulluk görevini yerine getirebilmen için) secde edenler arasında secdede kıvrım kıvrım kıvrandığını (ve o secde edenlerin iyi birer kul olabilmeleri için nasıl gayret sarfettiğini de) görüyor. |
219 |
|
اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ Çünkü O’dur Semî‘ (her şeyi hakkıyla işiten), O’dur Alîm (her şeyi hakkıyla bilen). |
220 |
|
هَلْ اُنَبِّئُكُمْ عَلٰى مَنْ تَنَزَّلُ الشَّيَاط۪ينُۜ Şimdi (ey insanlar,) şeytanların kime indiğini size bildireyim mi? |
221 |
|
تَنَزَّلُ عَلٰى كُلِّ اَفَّاكٍ اَث۪يمٍۙ Onlar, günahta boğulmuş her bir yalancı ve iftiracıya iner. |
222 |
|
يُلْقُونَ السَّمْعَ وَاَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَۜ Onlar, (meleklerden) kulak hırsızlığı yapabilir miyiz diye bakarlar, fakat o günahkâr, iftiracı adamlarına fısıldadıklarının çoğu yalandır. |
223 |
|
وَالشُّعَرَٓاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُ۫نَۜ Şairlere gelince, onların arkasına ancak azgın sapkınlarla çapkınlar düşer. |
224 |
|
اَلَمْ تَرَ اَنَّهُمْ ف۪ي كُلِّ وَادٍ يَه۪يمُونَۙ Görmez misin ki onlar, her türlü (söz, düşünce, hayal ve akım) vadisinde başıboş dolaşır dururlar? |
225 |
|
وَاَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَۙ Hem de yapmadıkları ve yapmayacakları şeyleri söylerler. |
226 |
|
اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللّٰهَ كَث۪يراً وَانْتَصَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُواۜ وَسَيَعْلَمُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَيَّ مُنْقَلَبٍ يَنْقَلِبُونَ Ancak iman edip, imanları istikametinde sağlam, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar, Allah’ı çok anan ve O’na çok ibadette bulunanlar ve herhangi bir zulme maruz kaldıklarında haklarını savunanlar, bundan müstesnadır. Zulme saplanıp gitmişler ise, nasıl her şeyi değiştirecek bir inkılâp ile sarsılıp devrileceklerini yakında bileceklerdir. |
227 |