|
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla |
|
|
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي الْاٰخِرَةِۜ وَهُوَ الْحَك۪يمُ الْخَب۪يرُ Hamd, semâlarda (bilinç mertebeleri) ve arzda (beden) ne varsa kendisi için olan Allâh'a aittir! Sonsuz gelecek yaşamda dahi Hamd O'na aittir! "HÛ"; Hakiym'dir, Habiyr'dir. |
1 |
|
يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ وَهُوَ الرَّح۪يمُ الْغَفُورُ Arza (bedene - yeryüzüne) gireni ve ondan çıkanı; semâdan inzâl olanı (bilinçten açığa çıkanı) ve ondaki (boyutsal yükselişi) urûc edeni bilir. . . "HÛ"; Rahıym'dir, Ğafûr'dur. |
2 |
|
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَأْت۪ينَا السَّاعَةُۜ قُلْ بَلٰى وَرَبّ۪ي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِۚ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍۙ Hakikat bilgisini inkâr edenler: "O saat (ölümle hakikati fark etmek) bize gelmeyecek" dediler. . . De ki: "Hayır, gaybı bilen Rabbime yemin ederim ki elbette size gelecektir! Semâlarda ve arzda zerre ağırlığınca bir şey dahi O'ndan gizli kalmaz! (Hatta) ondan daha küçük ve daha büyük (ne varsa o da) Kitab-ı Mubiyn'dedir (apaçık kitap olan fiiller âleminde). " |
3 |
|
لِيَجْزِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌ İman edip imanının gereğini uygulayanları cezalandırması içindir (bu)! İşte onlar için mağfiret ve kerîm yaşam gıdası vardır. |
4 |
|
وَالَّذ۪ينَ سَعَوْ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِز۪ينَ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مِنْ رِجْزٍ اَل۪يمٌۗ İşaretlerimizi geçersiz kılmak için koşuşturanlara gelince, işte onlar için riczten (pislik, vehim) kaynaklanan feci bir azap vardır! |
5 |
|
وَيَرَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ الَّـذ۪ٓي اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ هُوَ الْحَقَّۙ وَيَهْد۪ٓي اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِ Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana inzâl olunanın Hakk'ın ta kendisi olduğunu ve Aziyz, Hamiyd'in, Hakikatine erdirme yoluna yönlendirdiğini görürler. |
6 |
|
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا هَلْ نَدُلُّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ يُنَبِّئُكُمْ اِذَا مُزِّقْتُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۙ اِنَّكُمْ لَف۪ي خَلْقٍ جَد۪يدٍۚ Hakikat bilgisini inkâr edenler dedi ki: "Unufak toz olduktan sonra, kesinlikle siz yeni bir yaratılışta olursunuz, diyerek Nebilik iddia eden bir adamı size gösterelim mi?" |
7 |
|
اَفْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَمْ بِه۪ جِنَّةٌۜ بَلِ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَع۪يدِ "(Acaba o adam) Allâh'a atfen bir yalan mı uydurdu yoksa onda bir cinnet mi söz konusu?" (dediler). . . Tam tersine, sonsuz gelecek yaşamlarına iman etmeyenler, azap ve (hakikatten) uzak düşmüş bir sapma içindedirler. |
8 |
|
اَفَلَمْ يَرَوْا اِلٰى مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ اِنْ نَشَأْ نَخْسِفْ بِهِمُ الْاَرْضَ اَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفاً مِنَ السَّمَٓاءِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِكُلِّ عَبْدٍ مُن۪يبٍ۟ Önlerinde ve arkalarında (gelecekte ve geçmişte), semâdan ve arzdan (bilinç ve bedenen) neler olduğunu görmediler mi? Eğer dilesek onları arza batırırız (bedensellikte boğarız Esmâ'mızdan açığa çıkan bir şekilde) yahut üzerlerine semâdan parçalar düşürürüz (düşüncelerini alt - üst ederiz)! Muhakkak ki bunda (hakikatine) yönelen her kul için elbette bir işaret vardır. |
9 |
|
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلاًۜ يَا جِبَالُ اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَۙ Andolsun ki Davud'a bizden bir lütufta bulunduk. "Ey dağlar (benlik sahipleri), Onunla beraber beni tespih edin ve de kuşlar (ilimle seyredenler)!" Onun için, keskin (demir leblebi olan gerçeği) olanı (hakikate imanı) yumuşattık. |
10 |
|
اَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحاًۜ اِنّ۪ي بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ "Zırh gibi koruyucu mükemmel bir düşünce sistemi oluştur; ve imanınızın gereğini uygulayın! Doğrusu ben yaptıklarınızı Basıyr'im. " |
11 |
|
وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِۜ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۜ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ Süleyman'a da sabah gidişi bir aylık yol, akşam dönüşü bir aylık yol olan o rüzgâr (gibi hareket edeni verdik)! Onun için bakır kaynağını sel gibi akıttık! Rabbinin elvermesiyle cinnden (görünmeyen türden) kimileri de (ifrit türü) Onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden çıkarsa, ona alevli bir ateş azabından tattırırız. (Bakır kaynağı tanımlamasını, Zülkarneyn'in yaptığı, yecüc mecüc'e karşı set inşaatında kullandığı eriyik bakır - demir olayıyla birlikte düşünürsek; anladığımız maddi anlamda değil, daha farklı bir alanda düşünmemiz zorunluluğu açığa çıkar. Gerek Zülkarneyn (iki boynuzlu {antenli?}) gerekse Süleyman a. s. ın görünmez varlıklara karşı tasarruf sahibi oldukları düşünülürse, olayın maddi bakır - demir konusu değil, bu iki maddenin elementsel bileşiminin gücünü kullanma olarak, belki farklı bir düşünce kapısı açılabilir bize. Daha derine girmek istemiyorum. A. H. ) |
12 |
|
يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ وَتَمَاث۪يلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍۜ اِعْمَلُٓوا اٰلَ دَاوُ۫دَ شُكْراًۜ وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ Onun (Süleyman) için, mabetler, heykeller, geniş çok büyük havuzlar ve yerlerinde sâbit kazanlardan ne dilese yaparlardı. . . "Davud nesli şükre çalışın! Kullarımdan şükreden (değerlendiren) azdır!" |
13 |
|
فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِه۪ٓ اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُۚ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ Ona (Süleyman'a) ölümü (tatmasını) hükmettiğimizde, Onun asasını yiyen kurtçuktan başkası onlara (cinlere) gerçeği fark ettirmedi! Nihayet (asa çürüyüp) yıkıldığında, cine (ifrit türüne) fark ettirdi (ölümünü) ki; eğer (onlar) gayblarını bilenler olsaydılar, alçaltıcı azap içinde kalmazlardı. |
14 |
|
لَقَدْ كَانَ لِسَبَأٍ ف۪ي مَسْكَنِهِمْ اٰيَةٌۚ جَنَّتَانِ عَنْ يَم۪ينٍ وَشِمَالٍۜ كُلُوا مِنْ رِزْقِ رَبِّكُمْ وَاشْكُرُوا لَهُۜ بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ Andolsun ki Sebe halkına kendi meskenlerinde (bedenlerinde) bir işaret vardır! Sağdan ve soldan iki bahçe ile çevrili. . . (Kendilerine): "Rabbinizin yaşam gıdasından beslenin ve O'na şükredin! Tayyib bir belde ve Ğafûr bir Rab!" (denildi). |
15 |
|
فَاَعْرَضُوا فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ سَيْلَ الْعَرِمِ وَبَدَّلْنَاهُمْ بِجَنَّتَيْهِمْ جَنَّتَيْنِ ذَوَاتَيْ اُكُلٍ خَمْطٍ وَاَثْلٍ وَشَيْءٍ مِنْ سِدْرٍ قَل۪يلٍ Onlar yüz çevirdiler. . . Bu yüzden onlara Arım Seli'ni irsâl ettik ve (baraj yıkılmasıyla oluşan bu sel ile) onların iki bahçesini, acı meyveli ağaçlar ve birkaç sedir ağacından ibaret hâle dönüştürdük. |
16 |
|
ذٰلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِمَا كَفَرُواۜ وَهَلْ نُجَاز۪ٓي اِلَّا الْكَفُورَ Küfür (nankörlük) etmeleri ile onları işte böyle cezalandırdık. . . Nankörlük edenlerin karşılığı budur! |
17 |
|
وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْقُرَى الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَا قُرًى ظَاهِرَةً وَقَدَّرْنَا ف۪يهَا السَّيْرَۜ س۪يرُوا ف۪يهَا لَيَالِيَ وَاَيَّاماً اٰمِن۪ينَ Onlar (Sebe'liler) ile içlerinde bereketler halk ettiğimiz şehirler arasında görünen mesafelerde beldeler oluşturduk. . . Onların arasında seyahati düzenledik. . . "Oralarda gece ve gündüz, güvenli olarak seyredin" (dedik). |
18 |
|
فَقَالُوا رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا وَظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَجَعَلْنَاهُمْ اَحَاد۪يثَ وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ "Rabbimiz, sefer alanımızı uzat - yay" dediler ve nefslerine zulmettiler. . . Biz de onları anlatılan ibretlikler kıldık ve onları darmadağın ettik. . . Muhakkak ki bu olayda çok sabreden ve çok şükreden herkes için elbette işaretler vardır. |
19 |
|
وَلَقَدْ صَدَّقَ عَلَيْهِمْ اِبْل۪يسُ ظَنَّهُ فَاتَّبَعُوهُ اِلَّا فَر۪يقاً مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ Andolsun ki İblis'in onların (insanların) hakkındaki zannı doğru çıktı da, iman edenler dışındakiler ona tâbi oldular. |
20 |
|
وَمَا كَانَ لَهُ عَلَيْهِمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يُؤْمِنُ بِالْاٰخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا ف۪ي شَكٍّۜ وَرَبُّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ حَف۪يظٌ۟ Oysaki onun (İblis), onlar üzerine bir zorlayıcı gücü yoktu! Sadece sonsuz gelecek yaşamına iman eden ile ondan kuşku duyanın farkı açığa çıksın diye bunu yaptık. Rabbin her şey üzerine Hafiyz'dir. |
21 |
|
قُلِ ادْعُوا الَّذ۪ينَ زَعَمْتُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِۚ لَا يَمْلِكُونَ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَمَا لَهُمْ ف۪يهِمَا مِنْ شِرْكٍ وَمَا لَهُ مِنْهُمْ مِنْ ظَه۪يرٍ De ki: "Allâh dûnunda var sandıklarınızı çağırın (hadi)! (O isimlendirdikleriniz) ne semâlarda ve ne de arzda zerre ağırlığınca bir şeye mâlik değildirler! Onların (o isimlendirdiklerinizin) bu ikisinde bir ortaklığı yoktur ve O'nun bunlardan bir destekçisi de yoktur. " |
22 |
|
وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُٓ اِلَّا لِمَنْ اَذِنَ لَهُۜ حَتّٰٓى اِذَا فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَاۙ قَالَ رَبُّكُمْۜ قَالُوا الْحَقَّۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَب۪يرُ Kendisine izin verilen müstesna, O'nun indînde şefaat fayda vermez! Nihayet bilinçlerini saran dehşet yatıştığında: "Rabbinizin hükmü nedir?" derler. . . "Hak" derler. . . "HÛ"; Alîy'dir, Kebiyr'dir. |
23 |
|
قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ قُلِ اللّٰهُۙ وَاِنَّٓا اَوْ اِيَّاكُمْ لَعَلٰى هُدًى اَوْ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ De ki: "Semâlardan ve arzdan (bilinç katlarınız ve bedeniniz itibarıyla) yaşam gıdanızı veren kimdir?". . . De ki: "Allâh! Muhakkak ki biz ya da siz (birimiz) hakikat üzereyiz; (diğerimiz de) apaçık bir sapkınlık içindedir!" |
24 |
|
قُلْ لَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّٓا اَجْرَمْنَا وَلَا نُسْـَٔلُ عَمَّا تَعْمَلُونَ De ki: "Suçlarımızdan size sorulmaz. . . Yaptıklarınızdan da bize sorulmaz!" |
25 |
|
قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّۜ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَل۪يمُ De ki: "Rabbimiz bizi bir araya getirecek ve Hak olarak aramızı (isâbet edenler ve yanılanlar olarak) açacaktır. . . "HÛ"; Fettah'tır, Aliym'dir. " |
26 |
|
قُلْ اَرُونِيَ الَّذ۪ينَ اَلْحَقْتُمْ بِه۪ شُرَكَٓاءَ كَلَّاۜ بَلْ هُوَ اللّٰهُ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ De ki: "O yanı sıra var sandığınız ortaklarınızı gösterin bana! Hayır, hâşâ! Bilakis yalnızca "HÛ"; Aziyz, Hakiym (olan) Allâh'tır. " |
27 |
|
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا كَٓافَّةً لِلنَّاسِ بَش۪يراً وَنَذ۪يراً وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ Seni, tüm insanlar için müjdeci ve uyarıcı olarak irsâl ettik. . . Ne var ki insanların çoğunluğu anlamazlar (bunun ne demek olduğunu)! |
28 |
|
وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ "Eğer sözünüzde sadıksanız, bu vaat (ölümü tadarak söylenenleri yaşamak) ne zaman?" derler. |
29 |
|
قُلْ لَكُمْ م۪يعَادُ يَوْمٍ لَا تَسْتَأْخِرُونَ عَنْهُ سَاعَةً وَلَا تَسْتَقْدِمُونَ۟ De ki: "Sizin için tespit edilmiş bir süreç vardır ki, onu ne erteleyebilirsiniz ne de öne alabilirsiniz. " |
30 |
|
وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَنْ نُؤْمِنَ بِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَلَا بِالَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِۜ وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍۨ الْقَوْلَۚ يَقُولُ الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَٓا اَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِن۪ينَ Hakikat bilgisini inkâr edenler dediler ki: "Bu Kurân'a da, bundan önce bize bildirilmiş olana da asla iman etmeyeceğiz". . . Zâlimleri, Rablerinin indînde zorunlu dururlarken (değerlendiremedikleri hakikatlerindeki gerçeği fark etmiş hâldeyken), bir görsen! Bir kısmı diğerini suçlarken. . . Tâbi olan zayıflar, büyüklük taslayan önderlerine: "Eğer siz olmasaydınız, elbette iman edenlerden olurduk" derler. |
31 |
|
قَالَ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُٓوا اَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدٰى بَعْدَ اِذْ جَٓاءَكُمْ بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِم۪ينَ Kibirli önderleri de, kendilerine tâbi olan zavallılara: "Size gelen hakikatten sizi biz mi alıkoyduk? Hayır, siz suçlusunuz!" |
32 |
|
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ اِذْ تَأْمُرُونَـنَٓا اَنْ نَكْفُرَ بِاللّٰهِ وَنَجْعَلَ لَهُٓ اَنْدَاداًۜ وَاَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَۜ وَجَعَلْنَا الْاَغْلَالَ ف۪ٓي اَعْنَاقِ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ Zavallı tâbiler, kibirli önderlerine dedi ki: "Hayır, gece ve gündüz hile ile bizi yanılttınız! Allâh'ın, Esmâ'sıyla hakikatimiz olduğunu inkâr etmemizi ve O'na ortak tanrılar oluşturmamızı emrederdiniz". . . Azabı gördüklerinde ise pişmanlıklarını gizlediler! Hakikat bilgisini inkâr edenlerin boyunlarında (başlarını bedensellik kabulünden döndüremeyecekleri) boyunduruklar oluşturduk! Ortaya koyduklarının sonucunu yaşıyorlar! |
33 |
|
وَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَذ۪يرٍ اِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَٓاۙ اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ Biz hangi memlekete bir uyarıcı irsâl ettiysek, oranın şımarık zenginleri: "Muhakkak ki biz Risâletinizle gönderilen hakikat bilgisini kabul etmeyiz" (dediler). |
34 |
|
وَقَالُوا نَحْنُ اَكْثَرُ اَمْوَالاً وَاَوْلَاداًۙ وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّب۪ينَ Dahi dediler ki: "Biz hem servetimiz hem de evlatlarımız yönünden daha güçlüyüz. . . Biz azaba uğramayız!" |
35 |
|
قُلْ اِنَّ رَبّ۪ي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ۟ De ki: "Muhakkak ki Rabbim yaşam gıdasını (rızkı), dilediğine genişletir veya daraltır (zenginlik kazanılmaz Allâh vergisidir). . . Ne var ki insanların çoğunluğu (bu gerçeği) bilmezler. " |
36 |
|
وَمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَلَٓا اَوْلَادُكُمْ بِالَّت۪ي تُقَرِّبُكُمْ عِنْدَنَا زُلْفٰٓى اِلَّا مَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاًۘ فَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَزَٓاءُ الضِّعْفِ بِمَا عَمِلُوا وَهُمْ فِي الْغُرُفَاتِ اٰمِنُونَ Size indîmizde kurb (Kurbiyet mertebesi - Allâh Esmâ'sı özellikleriyle şuurlu tahakkuk mertebesi) oluşturacak olan, ne zenginliğiniz ve ne de evlatlarınızdır; sadece iman edip imanının gereğini uygulayan müstesna. . . İşte onlara bu çalışmalarının getirisi kat kat arttırılır. Onlar yüksek mertebeler içinde güvendedirler. |
37 |
|
وَالَّذ۪ينَ يَسْعَوْنَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِز۪ينَ اُو۬لٰٓئِكَ فِي الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ İşaretlerimizi (uyarılarımızı) geçersiz kılmak için koşuşturanlara gelince, işte onlar sürekli azapta tutulacaklardır. |
38 |
|
قُلْ اِنَّ رَبّ۪ي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ وَيَقْدِرُ لَهُۜ وَمَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُۚ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ De ki: "Muhakkak ki Rabbim yaşam gıdasını (maddi - manevî rızkı), kullarından dilediğine genişletir ve (dilediğine de) daraltır! Bir şey infak ederseniz (Allâh için karşılıksız bağışlarsanız), O, onun yerine başkasını verir. . . "HÛ", yaşam gıdasıyla besleyen mükemmel Rezzak'tır. " |
39 |
|
وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَم۪يعاً ثُمَّ يَقُولُ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِيَّاكُمْ كَانُوا يَعْبُدُونَ O süreç ki, hepsini toplar, sonra meleklere: "Bunlar mı yalnızca size kulluk edenler idi?" der. |
40 |
|
قَالُوا سُبْحَانَكَ اَنْتَ وَلِيُّنَا مِنْ دُونِهِمْۚ بَلْ كَانُوا يَعْبُدُونَ الْجِنَّۚ اَكْثَرُهُمْ بِهِمْ مُؤْمِنُونَ (Melekler) dedi ki: "Subhansın sen. Sensin Veliyy'miz, onlar değil. . . Bilakis onlar cinne tapıyorlardı; çoğunluğu onlara iman etmişti (tanrı olarak). " |
41 |
|
فَالْيَوْمَ لَا يَمْلِكُ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ نَفْعاً وَلَا ضَراًّۜ وَنَقُولُ لِلَّذ۪ينَ ظَلَمُوا ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّت۪ي كُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ İşte o süreçte, kimse kimseye ne bir fayda ve ne de bir zarar verebilir. . . (Nefsine) zulmedenlere: "Kendisini yalanladığınız o yanışın azabını tadın!" deriz. |
42 |
|
وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّا رَجُلٌ يُر۪يدُ اَنْ يَصُدَّكُمْ عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬كُمْۚ وَقَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّٓا اِفْكٌ مُفْتَرًىۜ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۙ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ Âyetlerimiz onlara apaçık olarak okunup bildirildiğinde (zâlimler) dediler ki: "Bu, atalarınızın tapınageldiği şeyden sizi çevirmeyi amaçlamış bir adamdır". . . Yine dediler ki: "Bunlar, uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değil". . . Hakikat bilgisini inkâr edenler, Hak kendilerine geldiğinde: "Bu, ancak apaçık bir sihirdir" dediler. |
43 |
|
وَمَٓا اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ كُتُبٍ يَدْرُسُونَهَا وَمَٓا اَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِنْ نَذ۪يرٍۜ Oysa onlara ders almalarını (sana itiraza kaynak) sağlayacak bilgileri vermemiştik. Senden önce onlara uyarıcı da irsâl etmemiştik. |
44 |
|
وَكَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۙ وَمَا بَلَغُوا مِعْشَارَ مَٓا اٰتَيْنَاهُمْ فَكَذَّبُوا رُسُل۪ي۠ فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ۟ Onlardan öncekiler de yalanlamıştı (genetik özellik)! (Oysa bunlar) onlara verdiğimizin onda birine bile ulaşmamışlardır. . . (Buna rağmen) Rasûllerimi yalanladılar. . . İşte bak, benim de onları inkârımın sonucu nasıl oldu! |
45 |
|
قُلْ اِنَّـمَٓا اَعِظُـكُمْ بِوَاحِدَةٍۚ اَنْ تَقُومُوا لِلّٰهِ مَثْنٰى وَفُرَادٰى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا۠ مَا بِصَاحِبِكُمْ مِنْ جِنَّةٍۜ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَد۪يدٍ De ki: "Size sadece bir tek öğüt veriyorum: Allâh için ister ikişer - birlikte ister kendi başınıza kaldığınızda şöyle bir derin düşünün bakalım! Size sahip çıkanda bir cinnet söz konusu değildir. . . O ancak şiddetli bir azabın öncesinde sizin için uyarıcıdır!" |
46 |
|
قُلْ مَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ De ki: "Sizden bir karşılık istemişsem, o sizin olsun. . . Benim ecrim ancak Allâh üzerinedir. . . "HÛ" her şeye Şehiyd'dir. " |
47 |
|
قُلْ اِنَّ رَبّ۪ي يَقْذِفُ بِالْحَقِّۚ عَلَّامُ الْغُيُوبِ De ki: "Muhakkak ki benim Rabbim Hakk'ı şiddetle ortaya atar! Allam-ül Ğuyub'dur (her şeyin gaybını çok iyi bilen)!" |
48 |
|
قُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُع۪يدُ De ki: "Hak açığa çıktı! Bâtıl ne yeni bir şey oluşturabilir ne de eskiyi yeniden ileri sürebilir!" |
49 |
|
قُلْ اِنْ ضَلَلْتُ فَاِنَّـمَٓا اَضِلُّ عَلٰى نَفْس۪يۚ وَاِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوح۪ٓي اِلَيَّ رَبّ۪يۜ اِنَّهُ سَم۪يعٌ قَر۪يبٌ De ki: "Eğer (doğru inançtan) saparsam, bilincimin (yanıltışı) olur bu sapış! Eğer hakikate erersem, Rabbimin bana vahyettiği iledir. . . Muhakkak ki O, Semi'dir, Kariyb'dir. " |
50 |
|
وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَاُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَر۪يبٍۙ Korku ve dehşete kapıldıklarında bir görsen! Kaçacakları yerleri yoktur; çok yakından yakalanmışlardır! |
51 |
|
وَقَالُٓوا اٰمَنَّا بِه۪ۚ وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍۚ "O'na (hakikatimizde olarak) iman ettik" dediler. . . (Öyle olsaydı) bu uzaklık nasıl oluşurdu ki! |
52 |
|
وَقَدْ كَفَرُوا بِه۪ مِنْ قَبْلُۚ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍ Daha önce o hakikati inkâr etmişlerdi! Hakikatten uzak olarak, gaybları hakkında ileri geri atıp tutuyorlardı. |
53 |
|
وَح۪يلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِاَشْيَاعِهِمْ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا ف۪ي شَكٍّ مُر۪يبٍ Daha önce benzerlerine yapıldığı gibi onlarla, iştahla arzuladıkları şey arasına engel konmuştur! Muhakkak ki onlar kendilerini huzursuz kılan kuşku içindedirler. |
54 |