|
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla |
|
|
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْـكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِـوَجا۔ًۜ Bütün övgüler Allah’a aittir! O ki, kitabı kuluna indirdi ve o [kitabı] na, (anlaşılmasını güçleştirecek) hiçbir eğrilik/zorluk koymadı! |
1 |
|
قَيِّماً لِيُنْذِرَ بَأْساً شَد۪يداً مِنْ لَدُنْـهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْراً حَسَناًۙ Dosdoğrudur! Kendi katından gelecek şiddetli bir azaba karşı uyarmak ve salih amel/faydalı işleri en iyi şekilde yapan müminlere, kendileri için, güzel bir mükâfatın bulunduğunu müjdelemek için! |
2 |
|
مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَداًۙ Orada sonsuz kalıcıdırlar. |
3 |
|
وَيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَداًۗ “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarmak için. |
4 |
|
مَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِاٰبَٓائِهِمْۜ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۜ اِنْ يَقُولُونَ اِلَّا كَذِباً Bu hususta ne kendilerinin, ne de atalarının bir bilgisi vardır. Ağızlarından ne de ağır bir söz çıkıyor. Sadece yalan söylüyorlar. |
5 |
|
فَلَعَلَّكَ بَاخِـعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفاً Belki de sen onların arkalarından, bu söze inanmazlarsa kendini harap edeceksin! |
6 |
|
اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً Şüphesiz biz, yeryüzündeki şeyleri bir süs/bir araç kıldık ki; insanların hangisinin daha güzel iş yaptığını açığa çıkaralım (yaptıklarının tam karşılığını verelim) diye. |
7 |
|
وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَع۪يداً جُرُزاًۜ Şüphesiz biz, yeryüzünün üzerindekilerini kupkuru bir toprak yapıcılarız. |
8 |
|
اَمْ حَسِبْتَ اَنَّ اَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّق۪يمِ كَانُوا مِنْ اٰيَاتِنَا عَجَباً Sen kehf (mağara ashabı/arkadaşları) ve Rakîm ashabını (yazılı metin sahibi arkadaşlarını), Bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sanıyorsun? |
9 |
|
اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَداً Hani o gençler mağaraya sığındılar ve dediler ki: “Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver. Bize şu işimizden bir kurtuluş yolu hazırla!” |
10 |
|
فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِن۪ينَ عَدَداًۙ Böylece biz de nice yıllar o mağara içinde onları uyuttuk. |
11 |
|
ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ اَيُّ الْحِزْبَيْنِ اَحْصٰى لِمَا لَبِثُٓوا اَمَداً۟ Sonra onları uyandırdık ki; iki taraftan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap edeceği bilinsin. |
12 |
|
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّۜ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًىۗ Onlarin haberlerini sana gerçek olarak anlatıyoruz. Şüphesiz onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi, Biz de onlara doğruluklarını/hidayetlerini artırmıştık. |
13 |
|
وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهاً لَقَدْ قُلْـنَٓا اِذاً شَطَطاً Onların kalplerini kuvvetlendirmiştik. Hani kalktılar hemen dediler ki: “Bizim Rabbimiz göklerin ve yeryüzünün Rabbidir. Artık biz O’ndan başka bir ilâha asla yalvarmayacağız! O zaman saçma sapan bir şey söylemiş oluruz. |
14 |
|
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةًۜ لَوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِمْ بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍۜ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباًۜ Işte şunlar bizim halkımız O’nun dışında ilâhlar edindiler. Onlar hakkında açık bir kanıt getirmeleri gerekmez miydi? Allah’a yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir?” |
15 |
|
وَاِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ اِلَّا اللّٰهَ فَأْوُٓ۫ا اِلَى الْكَهْفِ يَنْشُرْ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ رَحْمَتِه۪ وَيُهَيِّئْ لَكُمْ مِنْ اَمْرِكُمْ مِرْفَقاً Ve (içlerinden biri demişti ki): ”Madem ki siz, onlardan ve Allah’tan başka kulluk ettikleri şeylerden uzaklaştınız, öyleyse mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yaysın ve işinizde size bir kolaylık hazırlasın.” |
16 |
|
وَتَرَى الشَّمْسَ اِذَا طَلَعَتْ تَزَاوَرُ عَنْ كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَاِذَا غَرَبَتْ تَقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ ف۪ي فَجْوَةٍ مِنْهُۜ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِۜ مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِياًّ مُرْشِداً۟ Ve güneşi bir görseydin, doğduğu zaman mağaralarından sağa doğru eğiliyor, battığı zaman da sola doğru dokunarak giderdi. Ve onlar mağaranın genişçe bir odası içinde idiler. İşte bu Allah’ın ayetlerinden/işâretlerinden biriydi! Allah; doğruyu dileyenleri/isteyenleri doğru yola ilettiğinde, işte o kimse doğru yolu bulmuştur. Sapıklığı isteyenleri de sapıklıkta bıraktığında, kesinlikle ona doğru yolu gösteren bir dost bulamazsın. |
17 |
|
وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظاً وَهُمْ رُقُودٌۗ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَذَاتَ الشِّمَالِۗ وَكَلْبُهُمْ بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَص۪يدِۜ لَوِ اطَّـلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَاراً وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْباً Onlar uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağasola çevirirdik. Onların köpeği de, mağaranın girişinde iki kolunu/ayağını uzatmış durumdaydı. Onları o durumda görseydin elbette onlardan dönüp kaçardın! Kesinlikle onlardan dolayı içine bir ürperti dolardı. |
18 |
|
وَكَذٰلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَٓاءَلُوا بَيْنَهُمْۜ قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْۜ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْماً اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالُوا رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُٓوا اَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هٰذِه۪ٓ اِلَى الْمَد۪ينَةِ فَلْيَنْظُرْ اَيُّهَٓا اَزْكٰى طَعَاماً فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ اَحَداً Işte böylece; onları dirilttik ki, kendi aralarında birbirlerine sorsunlar diye. İçlerinden sözcü birisi: “Ne kadar kaldınız?” dedi. “Bir gün veya bir günün bir parçası kadar kaldık!” dediler. Dediler ki: “Ne kadar kaldığımızı Rabbimiz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş ile şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise ondan size bir yiyecek getirsin. Ancak çok dikkatli davransın, sakın sizi kimseye sezdirmesin! |
19 |
|
اِنَّهُمْ اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُٓوا اِذاً اَبَداً Çünkü onlar sizi ele geçirirse taşlarlar veya sizi kendi dinlerine döndürürler. O zaman sonsuza kadar mutlu olamazsınız.” |
20 |
|
وَكَذٰلِكَ اَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُٓوا اَنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ وَاَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ ف۪يهَاۚ اِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ اَمْرَهُمْ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِمْ بُنْيَاناًۜ رَبُّهُمْ اَعْلَمُ بِهِمْۜ قَالَ الَّذ۪ينَ غَلَبُوا عَلٰٓى اَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِمْ مَسْجِداً Işte bu YOLLA/böylece onları buldurduk ki, Allah’ın vadinin gerçek olduğunu ve kendisinde hiç şüphe olmayan kıyamet saatinin geleceğini bilsinler. Hani onlar, işlerini kendi aralarında birbirleriyle tartışıyorlardı: Bir kısmı; “Onların üzerine bir bina yapın, Rableri onların durumunu daha iyi bilir” diyorlardı. Onlar hakkında yapılan tartışmada galip gelenler: “Biz mutlaka onların üzerine bir mescit yapacağız” dediler. |
21 |
|
سَيَقُولُونَ ثَلٰثَةٌ رَابِعُهُمْ كَلْبُهُمْۚ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْماً بِالْغَيْبِۚ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْۜ قُلْ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِعِدَّتِهِمْ مَا يَعْلَمُهُمْ اِلَّا قَل۪يلٌ۠ فَلَا تُمَارِ ف۪يهِمْ اِلَّا مِرَٓاءً ظَاهِراًۖ وَلَا تَسْتَفْتِ ف۪يهِمْ مِنْهُمْ اَحَداً۟ “onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir” derlerse; “Beştirler, altıncıları da köpekleridir” derlerse; “Gayb/bilinmeyen hakkında” tahmin yürütürlerse; “Yedidirler, sekizincileri de köpekleridir” derlese; de ki: “Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onların kayda değer bir bilgiye sahip olanları çok azdır. Artık onlar hakkında, açıkça bilinenler dışında hiç kimse ile tartışmaya girme! Ve onlar hakkında, bilgi almak için de hiç kimseye bir soru sorma!” |
22 |
|
وَلَا تَقُولَنَّ لِشَايْءٍ اِنّ۪ي فَاعِلٌ ذٰلِكَ غَداًۙ Ve hiçbir ŞEY için asla: “Ben bunu yarın mutlaka yapacağım” deme! |
23 |
|
اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۘ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَس۪يتَ وَقُلْ عَسٰٓى اَنْ يَهْدِيَنِ رَبّ۪ي لِاَقْرَبَ مِنْ هٰذَا رَشَداً “ancak Allah izin verirse!” (de). Unuttuğun zaman da Rabbini an ve de ki: “Umarım Rabbim, beni bundan daha yakın bilgiye yaklaşmam için, doğruya yöneltip iletir.” |
24 |
|
وَلَبِثُوا ف۪ي كَـهْفِهِمْ ثَلٰثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعاً Ve (bazilari); onların mağaralarında üç yüz yıl kaldı(ğını ileri sürüyor) ve kimileri de (bu sayıya) dokuz yıl daha ilâve ediyorlar. |
25 |
|
قُلِ اللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثُواۚ لَهُ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اَبْصِرْ بِه۪ وَاَسْمِـعْۜ مَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَلِيٍّۘ وَلَا يُشْرِكُ ف۪ي حُكْمِه۪ٓ اَحَداً (bu onların iddialarıdır). De ki: “Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yeryüzünün gaybı/görülemeyeni O’nundur. O, ne güzel görendir. Ve O, ne güzel işitendir Onların O’ndan başka bir velisi/yardımcısı yoktur. Kendi hükmüne/kararına hiç kimseyi ortak etmez.” |
26 |
|
وَاتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَۚ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ وَلَنْ تَجِدَ مِنْ دُونِه۪ مُلْتَحَداً Öyleyse rabbinin kitabından sana vahyolunanı oku! O’nun sözlerini değiştirecek yoktur. Ve asla O’nun dışında bir sığınak da bulamazsın! |
27 |
|
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْۚ تُر۪يدُ ز۪ينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِـعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطاً Sen sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek yalvaran kimselerle beraber ol! Dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan gözlerini ayırma! Kalbi Bizi anmaktan gafil olan, sırf tutkusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kimseye uyma! |
28 |
|
وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلظَّالِم۪ينَ نَاراًۙ اَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَاۜ وَاِنْ يَسْتَغ۪يثُوا يُغَاثُوا بِمَٓاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَۜ بِئْسَ الشَّرَابُۜ وَسَٓاءَتْ مُرْتَفَقاً De ki: “Bu gerçek Rabbinizdendir.” Artık inanmak için gerekeni yapan inansın, kâfir olmak için gerekeni yapan da kâfir olsun. Şüphesiz Biz, yanlış yapan/zalimler için bir ateş hazırladık; çadırı/duvarları kendilerini kuşatan bir ateş! Eğer imdat/yardım dilerlerse; yüzleri haşlayan erimiş maden gibi bir su ile yardım edilirler. Ne kötü bir içecek! Ve ne kötü bir dayanak! |
29 |
|
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ مَنْ اَحْسَنَ عَمَلاًۚ O kimseler ki; iman edip salih amel/faydalı işleri en iyi şekilde yapmışlardır. Şüphesiz Biz, güzel bir amel/iş yapan kimsenin de ücretini zayi etmeyiz. |
30 |
|
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ ف۪يهَا مِنْ اَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَاباً خُضْراً مِنْ سُنْدُسٍ وَاِسْتَبْرَقٍ مُتَّكِـ۪ٔينَ ف۪يهَا عَلَى الْاَرَٓائِكِۜ نِعْمَ الثَّوَابُۜ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقاً۟ Onlar öyle kimselerdir ki; kendileri için altlarından ırmaklar akan Adn Cennetleri vardır. Orada altından bileziklerle süslenip bezenirler. İnce has ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil giysiler giyerler. Koltuklar üzerine yaslanırlar. Ne güzel bir ödül! Ne güzel bir dayanak! |
31 |
|
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلاً رَجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِاَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ اَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعاًۜ Onlara şu iki adamın misalini anlat: Birine, iki üzüm bağı/bahçesi vermiş, onları hurmalıklarla çevirmiştik. İkisi arasında da ekinler bitirmiştik. |
32 |
|
كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ اٰتَتْ اُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ شَيْـٔاًۙ وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَراًۙ Her iki bağ da/bahçe de meyvelerini verdi, hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık. |
33 |
|
وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌۚ فَقَالَ لِصَاحِبِه۪ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَنَا۬ اَكْثَرُ مِنْكَ مَالاً وَاَعَزُّ نَفَراً Onun bir geliri vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: “Ben senden malca daha zengin, adamca daha güçlüyüm”. |
34 |
|
وَدَخَلَ جَنَّتَهُ وَهُوَ ظَالِمٌ لِنَفْسِه۪ۚ قَالَ مَٓا اَظُنُّ اَنْ تَب۪يدَ هٰذِه۪ٓ اَبَداًۙ Ve o, kendi kendisine yazık ederek bağına girdi ve dedi ki: “Sonsuza kadar bunun yok olacağını sanmam! |
35 |
|
وَمَٓا اَظُنُّ السَّاعَةَ قَٓائِمَةًۙ وَلَئِنْ رُدِدْتُ اِلٰى رَبّ۪ي لَاَجِدَنَّ خَيْراً مِنْهَا مُنْقَلَباً Kıyamet saatinin gerçekleşeceğini de sanmıyorum. Eğer Rabbime tekrar döndürülsem bile, mutlaka yer ve sonuç itibariyle bundan daha iyisini bulurum.” |
36 |
|
قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَكَفَرْتَ بِالَّذ۪ي خَلَقَكَ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ سَوّٰيكَ رَجُلاًۜ Kendisiyle konuşan arkadaşı dedi ki: “Sen, seni topraktan, sonra bir damla nutfeden/sudan yaratan, sonra da seni bir adam olarak şekillendireni inkâr mı ediyorsun? |
37 |
|
لٰكِنَّا۬ هُوَ اللّٰهُ رَبّ۪ي وَلَٓا اُشْرِكُ بِرَبّ۪ٓي اَحَداً Ama o Allah benim Rabbimdir. Ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam! |
38 |
|
وَلَوْلَٓا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَٓاءَ اللّٰهُۙ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِۚ اِنْ تَرَنِ اَنَا۬ اَقَلَّ مِنْكَ مَالاً وَوَلَداًۚ Bağına girdiğin zaman: “Allah ne güzel dilemiş/yaratmış! Güç yalnız Allah’ındır” demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlâtça fakir görüyorsun!.. |
39 |
|
فَعَسٰى رَبّ۪ٓي اَنْ يُؤْتِيَنِ خَيْراً مِنْ جَنَّتِكَ وَيُرْسِلَ عَلَيْهَا حُسْبَاناً مِنَ السَّمَٓاءِ فَتُصْبِحَ صَع۪يداً زَلَقاًۙ Belki rabbim bana senin bağından daha iyisini verir. Seninkine de gökyüzünden bir afet/belâ gönderir de, kupkuru bir toprak oluverir! |
40 |
|
اَوْ يُصْبِحَ مَٓاؤُ۬هَا غَوْراً فَلَنْ تَسْتَط۪يعَ لَهُ طَلَباً Veya onun suyu yerin dibine çekilir de, bir daha onu arayıp bulamazsın!” |
41 |
|
وَاُح۪يطَ بِثَمَرِه۪ فَاَصْبَحَ يُقَلِّبُ كَفَّيْهِ عَلٰى مَٓا اَنْفَقَ ف۪يهَا وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَيَقُولُ يَا لَيْتَن۪ي لَمْ اُشْرِكْ بِرَبّ۪ٓي اَحَداً Derken onun serveti/mahsûlü kuşatılıp yok edildi. (Bağ sahibi) hemen ona harcadığı şeylere (içi yanarak), ellerini ovuşturmaya başladı. Bağ çardakları üzerine çökmüş kalmıştı! Şöyle diyordu: “Ah, ne olurdu ben/yazıklar olsun bana, Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım!” |
42 |
|
وَلَمْ تَكُنْ لَهُ فِئَةٌ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَمَا كَانَ مُنْتَصِراًۜ Allah dışında kendisine yardım edecek bir topluluk da yoktu. Kendi kendine de yardım edemedi. |
43 |
|
هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلّٰهِ الْحَقِّۜ هُوَ خَيْرٌ ثَوَاباً وَخَيْرٌ عُقْباً۟ Işte bu durumda velâyet/yardım ve koruyuculuk, gerçek olan Allah’a aittir. Sevap/mükâfat vermek bakımından en iyi, en güzel sonucu vermek yönünden de en iyi olan O’dur. |
44 |
|
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا كَمَٓاءٍ اَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَٓاءِ فَاخْتَلَطَ بِه۪ نَبَاتُ الْاَرْضِ فَاَصْبَحَ هَش۪يماً تَذْرُوهُ الرِّيَاحُۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ مُقْتَدِراً Sen onlara dünya hayatının misalini şöyle anlat: O, gökyüzünden indirdiğimiz bir su gibidir. Onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karışmıştır. Sonra da rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları olmuştur. Allah herşeye muktedîrdir/herşeye güç yetirendir! |
45 |
|
اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَاباً وَخَيْرٌ اَمَلاً Mal ve çocuklar dünya hayatının süsüdür. Faydalı olan kalıcı işler ise Rabbinin katında, sevapça daha iyi, umut bağlamaya daha lâyıktır. |
46 |
|
وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْاَرْضَ بَارِزَةًۙ وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ اَحَداًۚ O gün dağları yürütürüz ve yeryüzünü dümdüz olmuş/çırılçıplak görürsün. Onların hepsini toplamışızdır, içlerinden hiçbirini geride bırakmamışızdır. |
47 |
|
وَعُرِضُوا عَلٰى رَبِّكَ صَفاًّۜ لَقَدْ جِئْتُمُونَا كَمَا خَلَقْنَاكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۘ بَلْ زَعَمْتُمْ اَلَّنْ نَجْعَلَ لَكُمْ مَوْعِداً Hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna sunulmuşlardır. Ant olsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi Bize geldiniz. Oysa siz, sizin için; belli bir hesap zamanı tayin etmeyeceğimizi sanmıştınız. |
48 |
|
وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِم۪ينَ مُشْفِق۪ينَ مِمَّا ف۪يهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هٰذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغ۪يرَةً وَلَا كَب۪يرَةً اِلَّٓا اَحْصٰيهَاۚ وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِراًۜ وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ اَحَداً۟ Kitap ortaya konulmuştur. Artık suçluları onun içindekilerden dolayı, korkar bir durumda görürsün. Derler ki: “Eyvahlar bize! Bu kitaba ne oluyor böyle? Küçükbüyük hiçbir şeyi bırakmıyor, herşeyi toplamış sayıp döküyor!” Yaptıkları şeyleri hazır olarak bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez!.. |
49 |
|
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ اَمْرِ رَبِّه۪ۜ اَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُٓ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُون۪ي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّۜ بِئْسَ لِلظَّالِم۪ينَ بَدَلاً Ve (hatirla Kİ) Biz bir zaman meleklere: “Âdem’i selamlayın/önünde saygı ile eğilin” demiştik. İblis dışında hepsi saygı ile eğildiler/selamladılar. O (İblis), cinlerden (algılayamadığınız varlıklardan) idi. Rabbinin emrinden/sözünden/söylediğinden dışarı çıktı. Onu ve soyunu Benim dışımda dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar, sizin için saldırgan bir düşmandırlar. Ne kötü bir değiştirmedir! |
50 |
|
مَٓا اَشْهَدْتُهُمْ خَلْقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَا خَلْقَ اَنْفُسِهِمْۖ وَمَا كُنْتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلّ۪ينَ عَضُداً Ben onları göklerin, yeryüzünün ve kendilerinin yaratılmasına da şahit tutmadım. Ben, saptırıcıları destekçi olarak tutmuş değilim! |
51 |
|
وَيَوْمَ يَقُولُ نَادُوا شُرَكَٓاءِيَ الَّذ۪ينَ زَعَمْتُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَهُمْ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ مَوْبِقاً O gün Allah der ki: “Bana ortak zannettiğiniz ortaklarımı çağırın.” Onları çağırdılar fakat kendilerine cevap veremediler. Biz onların aralarına bir uçurum koyduk. |
52 |
|
وَرَاَ الْمُجْرِمُونَ النَّارَ فَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ مُوَاقِعُوهَا وَلَمْ يَجِدُوا عَنْهَا مَصْرِفاً۟ Suçlular ateşi görmüşler, artık onun içine gireceklerini anlamışlardır. Fakat kaçıp kurtulacakları bir yer bulamamışlardır. |
53 |
|
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ اَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلاً Işte bunun GİBİ, Biz bu Kur’an’da insanlar için, her örnekten çeşitli açıklamalar yaptık. İnsan ise tartışmaya çok düşkündür. |
54 |
|
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُٓوا اِذْ جَٓاءَهُمُ الْهُدٰى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ اَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلاً Insanları, kendilerine hidayet/yol gösterici Kitap/Kur’an geldiği zaman, inanmaktan ve Rablerinden bağışlanma dilemekten alıkoyan şey; öncekilere uygulanan sünnetin/uygulamanın kendilerine de uygulanması veya azabın açıkça karşılarına gelmesini istemeleridir, (zira kitapta anlatılanlara inanmıyorlar). |
55 |
|
وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ وَيُجَادِلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَمَٓا اُنْذِرُوا هُزُواً Biz, elçileri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmaktan başka bir maksatla göndermedik! İnkâr eden kimseler ise, gerçeği yalanla etkisiz kılmak için mücadele ediyorlar. Onlar Benim ayetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alay konusu yaptılar. |
56 |
|
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ فَاَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُۜ اِنَّا جَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْراًۜ وَاِنْ تَدْعُهُمْ اِلَى الْهُدٰى فَلَنْ يَهْتَدُٓوا اِذاً اَبَداً Rabbinin ayetleri kendisine hatırlatıldığı halde; onlardan yüz çeviren ve ellerinin öne sürdüğünü unutandan daha zalim kim olabilir? Onlar, kalplerini (duygusal zekalarını) onu kavramak için işletmiyorlar ve kulakları ile de işitmek istemiyorlar. Dolayısıyla sen onları doğru yola çağırsan bile, bu halde doğru yola asla gelmiyorlar. |
57 |
|
وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُوالرَّحْمَةِۜ لَوْ يُؤَاخِذُهُمْ بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَۜ بَلْ لَهُمْ مَوْعِدٌ لَنْ يَجِدُوا مِنْ دُونِه۪ مَوْئِلاً (bununla birlikte) rahmet sahibi, çok bağışlayan Rabbin; onları kazandıkları şeylerle hemen cezalandıracak olsaydı, elbette azabı onlar için çabuklaştırırdı. Fakat onlar için vadedilen bir zaman vardır. Artık O’ndan kaçıp sığınacak bir yer bulamayacaklardır. |
58 |
|
وَتِلْكَ الْقُرٰٓى اَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِمْ مَوْعِداً۟ Işte şu kentler! Zulmeden önceki toplumları imha ettik; Biz onları imha etmeden önce bir süre vermiştik. |
59 |
|
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُباً Hani musa genç yardımcısına demişti ki: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar durmayacağım veya uzun bir zaman yürüyeceğim.” |
60 |
|
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَباً Iki denizin birleştikleri yere ulaştıkları zaman, balıklarını unuttular; o, sıyrılıp akarak denizde yolunu tutmuştu. |
61 |
|
فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتٰيهُ اٰتِنَا غَدَٓاءَنَاۘ لَقَدْ لَق۪ينَا مِنْ سَفَرِنَا هٰذَا نَصَباً Orayı geçip gittiklerinde genç yardımcısına dedi ki: “Kuşluk/sabah yiyeceğimizi bize getir. Andolsun bu yolculuğumuzda epeyce yorgunluk çektik.” |
62 |
|
قَالَ اَرَاَيْتَ اِذْ اَوَيْنَٓا اِلَى الصَّخْرَةِ فَاِنّ۪ي نَس۪يتُ الْحُوتَۘ وَمَٓا اَنْسَان۪يهُ اِلَّا الشَّيْطَانُ اَنْ اَذْكُرَهُۚ وَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِۗ عَجَباً (genç adam): “Gördün mü?” dedi. “Kayaya sığındığımız zaman doğrusu ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. Acayip bir şekilde denizin içinde yolunu tutup gitti.” |
63 |
|
قَالَ ذٰلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِۗ فَارْتَدَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمَا قَصَصاًۙ (Musa): “aradığımız şey işte buydu!” dedi. Kendi izlerini takip ederek derhal geri döndüler. |
64 |
|
فَوَجَدَا عَبْداً مِنْ عِبَادِنَٓا اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْماً Orada kullarımızdan bir kul buldular; kendisine katımızdan bir rahmet ve tarafımızdan ona bir ilim öğretmiştik/emir vermiştik. |
65 |
|
قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْداً Musa dedi ki: “Sana öğretilenden, doğruya ileten bilgiyi bana da öğretmen için, sana tabi olabilir/seni izleyebilir miyim?” |
66 |
|
قَالَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْراً (o kul) dedi ki: ”Doğrusu, sen benimle beraber bulunmaya sabredemezsin! |
67 |
|
وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلٰى مَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ خُبْراً Nasıl sabredebilirsin ki; iç yüzünü bilmediğin ve onunla (bizzat kendi ilminle yakinen anlayamadığın) kavrayamadığın bir şeye?” |
68 |
|
قَالَ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ صَابِراً وَلَٓا اَعْص۪ي لَكَ اَمْراً (Musa): “inşAllah beni sabırlı bulacaksın. Ben hiçbir işte de sana karşı gelmem” dedi. |
69 |
|
قَالَ فَاِنِ اتَّبَعْتَن۪ي فَلَا تَسْـَٔلْن۪ي عَنْ شَيْءٍ حَتّٰٓى اُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراً۟ (o kul) dedi ki: “Eğer bana uyarsan, yaptığım hiçbir şey hakkında bana soru sorma! Ta ki, ben onu sana söyleyip anlatıncaya kadar.” |
70 |
|
فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا رَكِبَا فِي السَّف۪ينَةِ خَرَقَهَاۜ قَالَ اَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ اَهْلَهَاۚ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـٔاً اِمْراً Bunun üzerine yürüyüp gittiler. Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi delerek yaraladı. (Musa): “Yolcularını boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten sen şaşırtıcı bir iş yaptın” dedi. |
71 |
|
قَالَ اَلَمْ اَقُلْ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْراً (o kul) dedi ki: “Ben sana, ‘benimle bulunmaya sabredemezsin’ demedim mi?” |
72 |
|
قَالَ لَا تُؤَاخِذْن۪ي بِمَا نَس۪يتُ وَلَا تُرْهِقْن۪ي مِنْ اَمْر۪ي عُسْراً (Musa) dedi ki: “Unuttuğum şeyden ötürü beni sorguya çekip kınama, bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma.” |
73 |
|
فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَاماً فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْساً زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍۜ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـٔاً نُكْراً Yine yürüdüler. Nihayet bir gence rastladıklarında, o (kul, yani insan suretindeki melek) hemen onu öldürdü. (Musa): “Temiz bir canı katlettin ha! Bir nefse/cana karşılık olmaksızın. Doğrusu sen çirkin bir iş yaptın” dedi. |
74 |
|
قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْراً (o kul) dedi ki: “Ben sana; ‘benimle bulunmaya sabredemezsin’ demedim mi?” |
75 |
|
قَالَ اِنْ سَاَلْتُكَ عَنْ شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْن۪يۚ قَدْ بَلَغْتَ مِنْ لَدُنّ۪ي عُذْراً (Musa) dedi ki: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma! Artık tarafımdan sana bir özür ulaşmıştır.” |
76 |
|
فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَيَٓا اَهْلَ قَرْيَةٍۨ اسْتَطْعَمَٓا اَهْلَهَا فَاَبَوْا اَنْ يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا ف۪يهَا جِدَاراً يُر۪يدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُۜ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَتَّخَذْتَ عَلَيْهِ اَجْراً Yine yola koyuldular. Nihayet bir kasaba halkına vardıkları zaman, halkından yemek istediler. Kasaba halkı onları konuk olarak ağırlamaktan kaçındılar. Orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. (O kul) hemen o duvarı doğrulttu/tamir etti, sağlamlaştırdı. (Musa): “Eğer isteseydin buna karşılık bir ücret alırdın” dedi. |
77 |
|
قَالَ هٰذَا فِرَاقُ بَيْن۪ي وَبَيْنِكَۚ سَاُنَبِّئُكَ بِتَأْو۪يلِ مَا لَمْ تَسْتَطِـعْ عَلَيْهِ صَبْراً (o kul) dedi ki: ”İşte bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Sana sabredip de dayanamadığın olayların gerçek yorumunu/iç yüzünü haber vereceğim. |
78 |
|
اَمَّا السَّف۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْباً O gemi var ya; o, denizde çalışan yoksulların idi. Ben onu kusurlu yaptım, çünkü ötelerinde her sağlam gemiye zorbalıkla el koyan diktatör/zorba bir kral vardı. |
79 |
|
وَاَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ اَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَش۪ينَٓا اَنْ يُرْهِقَهُمَا طُغْيَاناً وَكُفْراًۚ Gence gelince onun anası ve babası Mü’min insanlardı. Bunun onlara azgınlık ve küfür nedeni olması sözkonusu idi. |
80 |
|
فَاَرَدْنَٓا اَنْ يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْراً مِنْهُ زَكٰوةً وَاَقْرَبَ رُحْماً Böylece rableri onlara, onun yerine temizlik yönünden ondan daha hayırlısını ve daha merhametlisini versin. |
81 |
|
وَاَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَت۪يمَيْنِ فِي الْمَد۪ينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا وَكَانَ اَبُوهُمَا صَالِحاًۚ فَاَرَادَ رَبُّكَ اَنْ يَبْلُغَٓا اَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنْزَهُمَاۗ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۚ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ اَمْر۪يۜ ذٰلِكَ تَأْو۪يلُ مَا لَمْ تَسْطِـعْ عَلَيْهِ صَبْراًۜ۟ Duvara gelince: O, şehirde iki yetim çocuğun idi. Onun altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi birisi idi. Rabbin istedi ki, onlar güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar... Ben bunları kendiliğimden yapmadım (Rabbin emirleriydi). İşte sabredip de kendisine dayanamadığın şeylerin/olayların yorumu/iç yüzü budur!” |
82 |
|
وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنْ ذِي الْقَرْنَيْنِۜ قُلْ سَاَتْلُوا عَلَيْكُمْ مِنْهُ ذِكْراًۜ Ve sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: “Ondan size bir hatıra okuyacağım.” |
83 |
|
اِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْاَرْضِ وَاٰتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ سَبَباًۙ Doğrusu biz onu yeryüzünde sağlam yerleştirmiş ve ona herşeyden bir sebep vermiştik. |
84 |
|
فَاَتْبَعَ سَبَباً Derken, o da bir sebebi izledi gitti. |
85 |
|
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْماًۜ قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِمَّٓا اَنْ تُعَذِّبَ وَاِمَّٓا اَنْ تَتَّخِذَ ف۪يهِمْ حُسْناً Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onu kara balçıklı bir kaynakta batar halde gördü. Ve onun yanında da bir kavim buldu. Dedik ki: “Ey Zülkarneyn! Ya onları cezalandırır/azap edersin ya da haklarında iyilikle davranırsın.” |
86 |
|
قَالَ اَمَّا مَنْ ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ اِلٰى رَبِّه۪ فَيُعَذِّبُهُ عَذَاباً نُكْراً Dedi ki: “Kim zulmederse kendisini cezalandıracağız/azap edeceğiz. Sonra Rabbine döndürülecektir. O da ona görülmemiş bir azapla azap edecektir. |
87 |
|
وَاَمَّا مَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُ جَزَٓاءًۨ الْحُسْنٰىۚ وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ اَمْرِنَا يُسْراًۜ Ancak inanan ve yararlı bir iş yapana gelince onun için, en iyi mükâfat vardır. Ve ona emrimizi yerine getirmeyi kolaylaştırırız.” |
88 |
|
ثُمَّ اَتْـبَعَ سَبَباً Sonra yine bir yol tuttu. |
89 |
|
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلٰى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِهَا سِتْراًۙ Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu bir kavmin üzerine doğar halde buldu. Onlara güneşten koruyan bir siper yapmamıştık. |
90 |
|
كَذٰلِكَۜ وَقَدْ اَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْراً Işte böyle! Biz onunla ilgili olan her bilgiyi kuşatmıştık. |
91 |
|
ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَباً Sonra yine bir yol tuttu. |
92 |
|
حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِنْ دُونِهِمَا قَوْماًۙ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلاً Nihayet iki set arasına ulaşınca; iki setin yanında neredeyse, hiç söz anlamayan bir halk buldu. |
93 |
|
قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجاً عَلٰٓى اَنْ تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَداًّ “ey zülkarneyn!” dediler. ”Yecüc ve Mecüc bu yerde gerçekten bozgunculuk yapıyorlar. Onlarla bizim aramızda bir set yapman için, sana vergi/ücret verelim mi?” |
94 |
|
قَالَ مَا مَكَّنّ۪ي ف۪يهِ رَبّ۪ي خَيْرٌ فَاَع۪ينُون۪ي بِقُوَّةٍ اَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْماًۙ Dedi ki: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu imkânlar, daha hayırlıdır. Siz bana güç ile/işçilik ile yardım edin, sizinle onlar arasına sağlam bir set yapayım. |
95 |
|
اٰتُون۪ي زُبَرَ الْحَد۪يدِۜ حَتّٰٓى اِذَا سَاوٰى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انْفُخُواۜ حَتّٰٓى اِذَا جَعَلَهُ نَاراًۙ قَالَ اٰتُون۪ٓي اُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْراًۜ Bana demir kütleleri getirin.” Nihayet iki dağın arasını aynı seviyeye getirince; “Körükleyin” dedi. Nihayet o demir kütlelerini kor ateş haline sokunca, dedi ki: “Bana erimiş bakır getirin de onun üzerine dökeyim.” |
96 |
|
فَمَا اسْطَاعُٓوا اَنْ يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْباً Böylelikle onu aşmayı başaramadılar, delmeye (de) güç yetiremediler. |
97 |
|
قَالَ هٰذَا رَحْمَةٌ مِنْ رَبّ۪يۚ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ رَبّ۪ي جَعَلَهُ دَكَّٓاءَۚ وَكَانَ وَعْدُ رَبّ۪ي حَقاًّۜ Dedi ki: “Bu Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin sözü/tehdidi geldiği zaman onu yerle bir eder. Rabbimin sözü/tehdidi gerçektir.” |
98 |
|
وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ ف۪ي بَعْضٍ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعاًۙ Biz o GÜN bazılarını bırakmışızdır, dalga dalga/izdiham halinde birbirlerine giriverirler. Sûr’a da üflenmiştir. Artık onların tümünü biraraya toplamışızdır. |
99 |
|
وَعَرَضْنَا جَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لِلْكَافِر۪ينَ عَرْضاًۙ O gün cehennemi kâfirler için açıkça göstermişizdir. |
100 |
|
اَلَّذ۪ينَ كَانَتْ اَعْيُنُهُمْ ف۪ي غِطَٓاءٍ عَنْ ذِكْر۪ي وَكَانُوا لَا يَسْتَط۪يعُونَ سَمْعاً۟ Onlar ki gözleri, Beni hatırlatan (doğadaki) ayetleri görmek istemiyorlardı ve (okunan ayetlerimizi de) dinlemeye tahammül edemiyorlardı. |
101 |
|
اَفَحَسِبَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنْ يَتَّخِذُوا عِبَاد۪ي مِنْ دُون۪ٓي اَوْلِيَٓاءَۜ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِر۪ينَ نُزُلاً Yoksa inkâr eden kimseler, Beni bırakıp da kullarımı evliya/dostlar edinerek, kurtulacaklarını mı sandılar? Biz cehennemi, inkârcılara konaklanılan/bir vatan olarak hazırladık. |
102 |
|
قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْاَخْسَر۪ينَ اَعْمَالاًۜ De ki: “Yapılan işler bakımından kaybedenleri, size haber vereyim mi?” |
103 |
|
اَلَّذ۪ينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعاً Onların dünya hayatındaki çabaları boşa gitmiştir; oysa kendileri gerçekte iyi bir iş yaptıklarını sanıyorlar! |
104 |
|
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَٓائِه۪ فَحَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فَلَا نُق۪يمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَزْناً İşte onlar; Rablerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı/O’nunla yüzyüze gelmeyi, inkâr eden kimselerdir. Bu yüzden yaptıkları boşa gitmiştir. Artık onlar için kıyamet günü mahkeme/terazi kurulmaz! |
105 |
|
ذٰلِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَرُسُل۪ي هُزُواً Işte böyle, onların cezası cehennemdir. İnkâr etmeleri, ayetlerimi ve elçilerimi hafife/alaya almaları yüzünden!.. |
106 |
|
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلاًۙ Inanan ve faydalı bir işi en iyi şekilde (dürüstçe) yapanlara gelince; onlar için vatan olarak Firdevs Cennetleri vardır. |
107 |
|
خَالِد۪ينَ ف۪يهَا لَا يَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلاً Orada ölümsüz/sürekli kalıcıdırlar. Oradan hiç ayrılmak istemezler. |
108 |
|
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَاداً لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَداً De ki: “Eğer deniz, Rabbimin sözlerini yazmak için mürekkep olsaydı; elbette deniz, Rabbimin sözleri tükenmeden önce tükenirdi. Hatta yardım için bir o kadarını daha getirsek!” |
109 |
|
قُلْ اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّـمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلاً صَالِحاً وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَداً De ki: “Ben de sizin gibi (ölümlü) bir insanım. Yalnız bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahyolundu. Artık her kim, Rabbine (cennetine) kavuşmayı umuyorsa iyi bir iş yapsın. Ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak etmesin!” |
110 |