|
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla |
|
|
الٓمٓ ۚ ElifLâmMîm. |
1 |
|
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ İşte (eşsiz, mucize) Kitap: Onun (Allah tarafından indirildiği ve baştan sona hakikatler mecmuası olduğu) hakkında hiçbir şüphe yoktur; o, müttakîler (Allah’a gönülden saygı besleyip isyandan kaçınan, Din ve hayat kanunları olarak koyduğu bütün emir ve yasaklara hakkıyla riayet edenler) için baştan sona bir hidayet kaynağıdır. |
2 |
|
اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ O (müttakîler), sürekli yenilenir ve kuvvet kazanır bir imanla gaybe inanırlar; namazı bütün şartlarına riayet ederek, vaktinde ve aksatmadan kılarlar ve kendilerine rızık olarak (mal, güç, zekâ, bilgi...) ne lütfetmişsek, onun bir miktarını (Allah rızası için ve kimseyi minnet altında koymadan ihtiyaç sahiplerine geçimlik olarak) verirler. |
3 |
|
وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ Yine onlar, sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen (Kitaplara ve Sahifelere) de inanırlar. Âhiret’e de şüphe götürmez bir kesinlikle iman ederler onlar. |
4 |
|
اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ İşte o (kutlu) zatlar, (Kur’ân şeklinde tecelli eden hidayet kaynağına dayalı imanlarının neticesi olarak) Rabbilerinden gelen tam bir hidayet üzerinde (âdeta yükselebilecekleri son noktaya doğru seyahat ediyor gibi)dirler; ve onlardır gerçek mazhariyet sahipleri, gerçekten kurtuluşa ermiş olanlar. |
5 |
|
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (İman etmeleri için kendini helâk edecek derecede gösterdiğin hırs ve iştiyaka rağmen) şu küfürde diretenlere gelince: (âkıbetleri hususunda uyarmak vazifen olup, sen de bu vazifeni elbette yerine getirmektesin. Ne var ki,) onları ister uyarmışsın, ister uyarmamışsın, onlar için fark etmez, çünkü iman edecek değillerdir. |
6 |
|
خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟ Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiş olup, gözleri üzerinde de bir perde vardır. Çok büyük ve dehşetli bir azaptır onların hakkı. |
7 |
|
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ İnsanlar içinde öyleleri de var ki, hiç de inanmış olmadıkları halde, (insaniyete yakışmayan bir tavır olarak dilleriyle) “Allah’a da, Âhiret Günü’ne de inandık!” deyip durmaktadırlar. |
8 |
|
يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَۜ Kendilerince Allah’a ve iman etmiş olanlara hile edip güya onları kandırmakla meşguller. Halbuki sadece kendilerini kandırıp durmalarına rağmen (neyin faydalarına, neyin zararlarına olduğunu anlayacak derecede bir hisse bile sahip bulunmadıklarından), ne yaptıklarının farkında değillerdir. |
9 |
|
ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضاًۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ Kalblerinin tam merkezinde (manevî hayat kaynaklarını kurutan, idraklerini körelten, karakterlerini bozan) gizli bir hastalık vardır; (gayz ve hasetlerine bir şifa olsun diye kurmaya çalıştıkları düzenler sebebiyle de) Allah, hastalıklarını arttırmaktadır. Sürekli yalan söyleyip durdukları için sadece çok acı bir azaptır onların hakkı. |
10 |
|
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ (Hasta kalbleri ve ardı arkası kesilmez yalanlarıyla çıkarmaya çalıştıkları fitneler dolayısıyla) ne zaman kendilerine (mü’minlere düşen bir vazife olarak) “Memlekette bozgunculuk çıkarıp (bütün bir topluma zarar vermeyin!”) dense, “Ne münasebet! Biz, sadece ıslah edici, sulh ü salâhı temin edici insanlarız.” mukabelesinde bulunurlar. |
11 |
|
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ Asla! Hiç kuşkusuz onlar bozguncuların ta kendileridir ama, (gerçek idrakten yoksun bulundukları için, neyin ıslah neyin bozgunculuk olduğunun) farkında değillerdir. |
12 |
|
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَـهَٓاءُۜ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَـهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ Yine onlara ne zaman “Şu halkın, insan olan insanların imana ettiği gibi siz de iman edin!” dense, (gurur ve enaniyetleri kabarır da, halk çoğunluğunu küçümser ve nasihate ihtiyaçları olmadığını gösterir bir edâ ile,) “Yani şu beyinsizlerin iman ettiği gibi mi iman edelim?” derler. Oysa asıl beyinsizler kendileridir, fakat (hakkı bâtıldan, imanı nifaktan, doğruyu eğriden, ilmi cehaletten ayırt edecek bir bilgileri olmadığından) bunu da bilmezler. |
13 |
|
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْۙ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْۙ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُ۫نَ İman etmiş bulunanlarla karşılaştıkla rında (riyakârane ve onlardan görünmek için) “İnandık!” derler. Fakat (nifakın kalblerinde hasıl ettiği korku ve kimsesizsizlik hissiyle, desteksiz kalmamak için hemen kendilerine koşup küfürlerini ve onlarla olan ahdlerini tazeleme ihtiyacı duydukları sureta insan) şeytanlarıyla gizli mahfillerde halvet olduklarında ise, “Emin olun, sizinle beraberiz, sizin maiyetinizdeyiz; diğerlerine yaptığımız sadece alaydan, yüzlerine gülmekten ibarettir.” diye teminat verirler. |
14 |
|
اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ (Bu davranışları, sadece kendileriyle âdeta alay edilmesini ve dalâleti istemekten başka bir şey olmadığı için) Allah da alaylarının karşılığını vermekte ve bir süre daha gayesiz, başıboş sürüklenip dursunlar diye azgınlıkları içinde onlara mühlet tanımaktadır. |
15 |
|
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰىۖ فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ Onlar, hidayete bedel sapkınlığı satın almış kimselerdir ki, ticaretlerinden bir fayda görmedikleri gibi, (içinde yüzdükleri sapkınlıktan) kurtulmaya yol bulmaları da mümkün değildir. |
16 |
|
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراًۚ فَلَمَّٓا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ف۪ي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ Onların hali, şu kimsenin haline benzer: (Çölde giderken konakladığı yerde hem yalnızlığını gidermek hem eşyalarını korumak hem de zararlı hayvanlardan korunmak için gecenin karanlığında) bir ateş yakar; ateş etrafı aydınlatıp da (yanındakilerle birlikte tam rahatladık dedikleri anda, kıymetini bilmedikleri ve koruma altına almadıkları için, yaktıkları o ateş sönüp gider; böylece) Allah ışıklarını alıverir de, onları karanlıklar içinde bırakır ve artık hiçbir şey görmez olurlar. |
17 |
|
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَۙ Onlar sağır, dilsiz kör kalarak bir daha dönmezler. |
18 |
|
اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌۚ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِۜ وَاللّٰهُ مُح۪يطٌ بِالْكَافِر۪ينَ Veya (onların hali), her tarafı kaplamış karanlıklarla birlikte gök gürültüleri ve şimşekler eşliğinde yağan fırtınalı bir yağmura tutulmuş kimsenin haline benzer. Yıldırımların verdiği dehşet içinde, (sanki seslerini duymamakla onlardan veya onların çarpmasıyla gelebilecek ölümden kurtulmak mümkünmüş gibi) ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarının içine kadar sokarlar. Allah, (kudretiyle) kâfirleri işte böyle kuşatmıştır. |
19 |
|
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْۜ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا ف۪يهِۙ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟ Şimşek, neredeyse gözlerini kör ediverecek: ne zaman çevrelerini aydınlatsa, (bir ümitle) onun ışığında birkaç adım atarlar; üzerlerine karanlık çöküverince de, donmuş gibi kalakalırlar. (Aleyhlerine ittifak etmiş gibi görünen hava unsurlarının dehşeti içinde ölmeleri veya kulaklarının ve gözlerinin olmaması bu ızdıraptan kurtulmaları için temenni edilse bile, Allah bunu dilemiyor;) eğer Allah dilemiş olsaydı, onların işitmesini de, görmelerini de alırdı. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir. |
20 |
|
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ (İşte mü’min, kâfir ve münafıkların halleri budur. Öyleyse) ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan (ve insanî mahiyet ve hüviyet içinde terbiye edip büyüten) Rabbinize, (hem yaratılışınızdan gelen bir ihtiyacın ve isti’dadın gereği, hem de sizi insanî kemalâta taşıyacak bir vazife olarak) ibadet edin ki, takvaya ulaşıp (Allah’a tam bir saygı ve O’ndan korku içinde, küfür, nifak ve bunların sebep olacağı dünyevîuhrevî musibet ve azaptan) korunma ümidi taşıyabilesiniz. |
21 |
|
اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءًۖ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَكُمْۚ فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَاداً وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ O (Rabbiniz) ki, yeri sizin için döşek (rahatlığında dayalıdöşeli) bir taban kılıp, göğü de (üstünüzde bir tavan, bir kubbe gibi) bina etti. Ve gökten su indirdi de, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler bitirdi. Şu halde, (Allah’tan başka ma’bud, rab, yaratıcı, rızıklandıran, nimet veren olmadığını, olamayacağını) bile bile, (Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde) Allah’a denkler tutup (başka ma’bud, başka yaratıcı, başka rabler edinmeyiniz.) |
22 |
|
وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ۖ وَادْعُوا شُهَدَٓاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ Eğer kulumuz (Muhammed)’e indirdiğimiz Kur’ân’ın Allah katından olduğu hususunda şüphe (ve dolayısıyla onun kulumuzun eseri olduğu iddiası) içindeyseniz (size yol açık, haydi durmayın), o (Kur’ân’ın) benzeri tek bir sûre meydana getirin; eğer iddianızda samimi iseniz, (vicdanınız da gerçekten böyle diyor ve kendi kendinizi kandırmıyorsanız), Allah’ı bırakıp da işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz bütün yardımcılarınızı, güvenip bağlandığınız kimseleri (şairlerinizi, putlarınızı da) yardım için çağırın. |
23 |
|
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّت۪ي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُۚ اُعِدَّتْ لِلْكَافِر۪ينَ Buna muvaffak olamazsanız −ki, asla olamayacaksınız− öyleyse, yakıtı insanlar ve (put mahiyetinde yontup taptığınız) taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış Ateş’ten sakının, kendinizi ondan korumaya bakın. |
24 |
|
وَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقاًۙ قَالُوا هٰذَا الَّذ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهاًۜ وَلَهُمْ ف۪يهَٓا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ İman edip, imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik (Salih) işlerde bulunanları ise müjdele: Onlar için (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetler vardır. Ne zaman orada kendilerine rızık olarak (koku, tat, renk, şekil ve lezzetçe birbirinden farklı ve her defasında tazelenip yenilenen) meyvelerden ikram edilse, “Bu, bize daha önce de ikram edilmişti!” derler. Çünkü meyveler onlara, (ne olduğunu bilmedikleri bir yiyecekle iştahları gitmesin, lezzetleri azalmasın diye) şekilce dünyadakilere ve bir önceki sefer ikram edilenlere benzer olarak sunulur. (O cennetlerde tek başlarına, yalnız ve dostsuz olacak da değillerdir.) Onlar için, (dünyadaki bütün ezacefa sebebi hallerden arındırılmış ve) ebediyen tertemiz hale getirilmiş eşler de vardır. (Bütün bu nimetler dünyadaki gibi bir sonla, ölümle kesilir mi gibi endişeleri de olmayacak) ve onlar, o cennetlerde sonsuzca kalacaklardır. |
25 |
|
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْـي۪ٓ اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَاۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۚ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلاًۢ يُضِلُّ بِه۪ كَث۪يراً وَيَهْد۪ي بِه۪ كَث۪يراًۜ وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِق۪ينَۙ Allah, (Ateş’ten korunup va’dedilen cennetlere girmesinde insan için bir vesile olan iman hakikatlerini zihinlere ve kalblere yerleştirme adına) bir sivrisineği, hattâ (gerek misal teşkil etmede, gerekse yapı ve sanat olarak) ondan daha büyüğünü veya daha küçüğünü misal getirmekten çekinmez. Zaten iman etmiş bulunanlar, (hem imanlarının gereği, hem de bu tür misaller imanlarını arttırıp güçlendirdiğinden ve onlardaki maksat ve hikmeti çok iyi anladıklarından,) onun gerçekten Rabbilerinden gelen hak bir misal olduğunu bilirler. Küfür kalblerinde yerleşmiş bulunanlar ise, (küfürlerinden kaynaklanan bir cehalet ve inatla), “Allah böyle bir misal getirmekle ne demek ve ne yapmak istiyor ki!?” derler. Allah, onunla çoklarını dalâlete atmakta ve çoklarını da hidayete erdirmektedir. Ama Allah, onunla (başkalarını değil,) sadece fasıkları dalâlete atmaktadır. |
26 |
|
اَلَّذ۪ينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ م۪يثَاقِه۪ۖ وَيَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِه۪ٓ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ O (fasık)lar, söz verip bağlandıktan sonra sözlerinden dönüp, Allah’ın ahdini bozar (onunla vicdanî irtibatlarını çözüp dağıtırlar). Bununla kalmaz, Allah’ın (insanlar arasında) kurulmasını ve korunmasını emrettiği bağları da kesip koparırlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Böyleleri, (dünyada da, Âhiret’te de) her bakımdan kaybetmiş olanların ta kendileridir. |
27 |
|
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتاً فَاَحْيَاكُمْۚ ثُمَّ يُم۪يتُكُمْ ثُمَّ يُحْي۪يكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ Allah’ı nasıl inkâr edebilirsiniz ki, siz hepiniz ölüler idiniz (içinizde kimin cesedini oluşturacağı çok önceden belirlenmiş bulunan her birinize ait zerreler hava, su ve toprakta cansız ve dağınık bir halde bulunuyordu.) Derken O, size hayat verdi. (Her biriniz için takdir buyurduğu belli bir süre hayatta kaldıktan) sonra, bu defa size ölü mü verir. (Dünya ile Âhiret arasında bir ara âlem olan Berzah’ta O’nun dilediği kadar kalırsınız ve çok büyük inkılâpların ardından) O, tekrar sizi diriltir. Sonra, (yine çok büyük inkılâplar sürecinden ve âlemler içinden geçip) O’na döndürülürsünüz. |
28 |
|
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاً ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟ O (Allah) ki, (size hayat vermeden önce yeryüzünü bu hayatınız için hazırladı ve) yerde ne varsa hepsini (neticede sizi, yani insan cinsini meydana getirmek ve) sizin (istifadeniz) için yarattı. Bu arada (ilim, irade, kudret ve inayetini) gök tarafına yöneltti de, (orada bulunan gaz bulutu halindeki unsurları) yedi gök halinde nizama koydu. O, her şeyi tastamam ve hakkıyla bilendir. |
29 |
|
وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ Düşün ki Rabbin, meleklere “Ben, yeryüzünde bir halife var kılacağım.” buyurdu. Melekler, “Orada bozgunculuk çıkaracak ve haksız yere cana kıyıp kan dökecek birini mi var kılacaksın? Oysa biz, Sen’i hamdinle tesbih ediyor (Sen’i bütün kemal sıfatlarınla anıp övüyor, bütün hamdin Sana mahsus olduğunu ve her türlü kusurdan ve Sana yaraşmayan her sıfattan ve fiilden münezzeh bulunduğunu daima ikrar ve ilan ediyor), ayrıca, mutlak kudsiyetini izharla, kalblerimizi Sen’den başka her şeyden çeviriyoruz.” dediler. (Allah), “(Eşya ve ahkâm sizin malûmatınızla sınırlı değildir.) Sizin bilmediğiniz o kadar çok şey vardır ki, Ben onların hepsini bilirim. (Yeryüzünde bir halife var kılma irademle ilgili elbette pek çok hikmetler söz konusudur ve dolayısıyla yeryüzünde bir halife var olacaktır).” buyurdu. |
30 |
|
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ (Allah, yeryüzünün halifesi olarak tayin buyurduğu) Âdem’e, (bu misyonu sebebiyle melekler dahil bütün yaratılmışlar üstündeki mevkiinin bir alâmeti, aynı zamanda söz konusu vazifesini yerine getirebilmesinin vasıtası olarak) bütün isimleri öğretti. Sonra, (isimleri Âdem’e öğretilen) bütün nesneleri, (insanın genel manâda meleklere üstünlüğünü ve yaratılıp yeryüzüne halife kılınışındaki hikmeti bildirmek için) isimleriyle birlikte meleklere takdim buyurdu da, “Haydi, (Bana Ulûhiyet, Rubûbiyet ve Ma’bûdiyetime tam yakışır ibadet, tesbih, takdis sözünüz ve yeryüzünde hilâfetin manâsını idrakiniz) tam yerinde ve gerektiği gibi ise, Bana bütün bu nesneleri isimleriyle bildirin!” diye emretti. |
31 |
|
قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ (Melekler, hakikati idrak, aczlerini itiraf içinde,) “Sen’i bütün noksanlıklardan, manâsız ve gayesiz iş yapmaktan tenzih ederiz. Bize ne öğretmişsen, bizim onun dışında hiçbir ilmimiz yoktur. Hiç şüphesiz, Alîm (her şeyi hakkıyla ve tam olarak bilen), Hakîm (her hüküm ve icraatında mutlak hikmetler bulunan) Sen’sin Sen!” dediler. |
32 |
|
قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۚ فَلَمَّٓا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۙ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ (İnsanın genel manâda meleklere olan üstünlüğünü daha bir tebarüz ettirmek için Allah,) “Ey Âdem! Şu nesneleri onlara isimleriyle bildir!” diye emretti. (Âdem) onları isimleriyle bildirince de, (meleklere hitaben,) “Ben size, gökler ve yer, (yaratılışları, yaratılışlarındaki hikmet, dünleri, bugünleri ve yarınları adına) ne saklıyor, (onlarda size ve başkalarına) gizli ne sırlar varsa Ben hepsini bilirim; siz neyi açığa vuruyor, neyi de içinizde gizli tutmakta iseniz onları da bilirim demedim mi?” buyurdu. |
33 |
|
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ Yine düşün ki meleklere, (ilmini, üstünlüğünü, hilâfete liyakatini kabul ve ona hilâfet vazifesinde yardımcı olma manâsında) “Âdem’e secde edin!” buyurduk. Hepsi secde etti, ama (kendisine de secde emredildiği halde, cinlerden olan) İblis etmedi. Dayattı, büyüklendi ve secde etmeyi kibrine yediremedi; (böylece, yapısındaki potansiyel küfür sıfatı öne çıkıp bütün benliğini kapladı da) kâfirlerden oldu. |
34 |
|
وَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَاۖ وَلَا تَقْرَبَا هٰذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِم۪ينَ “Ey Âdem! Eşinle birlikte cennete yerleş. (Baştan sona nimetler ve istifade yurdu olan) oradan dilediğiniz şekilde bol bol yiyin, istifade edin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, aksi halde zalimlerden olursunuz!” buyurduk. |
35 |
|
فَاَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَاَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا ف۪يهِۖ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ وَلَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ (Kibir ve gururuna yenik düşerek Allah’ın emrine isyanla küfrünü ortaya koyan ve hem İlâhî huzur ve rahmetten, hem de cennetten kovulup insana da düşman kesilen) şeytan, (daha önce kendisine karşı uyarmamıza rağmen Âdem’e ve eşine yasaklanmış ağaçtan tattırarak) ayaklarını kaydırdı ve onları içinde bulundukları halden ve yerden çıkardı. Biz de, “İnin, artık kiminiz kiminize düşmansınız (ve böyle bir hayat süreceksiniz. Zaten içindeki her şey sizin için yaratılmış bulunan ve orada hilâfetiniz takdirim olan) yeryüzünde belli bir süreye kadar mesken tutup kalacak ve oradan tam yararlanacaksınız.” dedik. |
36 |
|
فَتَلَقّٰٓى اٰدَمُ مِنْ رَبِّه۪ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِۜ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ (Sürçmesinin farkına varan) Âdem, (hatasına mazeret aramaya kalkmadı; birden kendine gelip toparlanarak,) Rabbisinden (vicdan azabı ve pişmanlığı sebebiyle) kendisine telkin buyrulduğunu idrak ettiği bazı kelimeler aldı ve onlarla tevbeistiğfarda bulundu. Rabbisi de ona rahmetiyle muamele edip tevbesini kabul buyurdu. Şüphesiz O, Tevvâb (kullarının tevbesine sadece mağrifetle değil, fazladan mükâfatla karşılık veren)dir; Rahîm (bilhassa Kendisine tevbe ile yönelen mü’min kullarına karşı) hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır. |
37 |
|
قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَم۪يعاًۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ “Hepiniz oradan inin!” buyurduk (ve bu hükmümüzü infaz eyledik.) Artık bundan böyle size Benim tarafımdan (bir rasûl vasıtasıyla Kitap gibi) sâfî bir hidayet kaynağı gelir de, kim Bana ait bulunan o hidayet kaynağına uyar (ve imanla, ibadetle Bana yönelirse, artık onlar yardımımı, desteğimi hep yanlarında bulacaklar ve dolayısıyla) kendileri için (özellikle Âhiret’te) herhangi bir korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de. |
38 |
|
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ Fakat küfredenlere ve (kendilerine gönderilecek Kitap’taki) âyetlerimizi, (kâinattaki ve öz varlıklarındaki) hidayet delillerimizi yalanlayanlara gelince, onlar, (yakıtı insanlar ve taştan yontup taptıkları putlar olan) Ateş’in yârân ve yoldaşlarıdırlar; orada sonsuzca kalacaklardır. |
39 |
|
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَوْفُوا بِعَهْد۪ٓي اُو۫فِ بِعَهْدِكُمْ وَاِيَّايَ فَارْهَبُونِ Ey İsrail Oğulları! Size lütuf buyurduğum nimetimi hatırlayın ve ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan va’dimi yerine getireyim. Ve (kul olduğunuzun ve Benim kudretimin şuuru içinde) yalnızca Ben’den korkun. |
40 |
|
وَاٰمِنُوا بِمَٓا اَنْزَلْتُ مُصَدِّقاً لِمَا مَعَكُمْ وَلَا تَكُونُٓوا اَوَّلَ كَافِرٍ بِه۪ۖ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۘ وَاِيَّايَ فَاتَّقُونِ Size (aslî hali, halâ ihtiva ettiği gerçekler ve İlâhî kaynağı itibariyle) elinizdeki (Tevrat’ı) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur’ân’a) iman edin ve (Kitap nedir, rasûl nedir, iman nedir, vahiy nedir, bunların dayandığı esaslar ve taşıdıkları maksatları nelerdir, bütün bunları bilen, en azından içinizde bunlardan tam haberdar âlimler −ahbâr− bulunan bir topluluk olarak), O’nu ilk inkâr edenler olmayın. Ve (siz, ey ahbâr! Mevkiinizi ve bu mevkiin getirdiği dünyalıkları kaybetme korkusuna kapılarak) âyetlerimi azıcık bir fiyata (pek kısa ve geçici dünya metaına, şan, şöhret ve mevkie) değişmeyin. Başka bir şeyden değil, sadece Ben’den korkup Bana sığının, (takva dairesine girin). |
41 |
|
وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ (Ellerinizle Kitaba ilavelerde ve o Kitapta değiştirmelerde bulunup, sonra da bunları Allah’a mal etme, kelimeleri asıl manâlarından saptırma, gerçeği gizleme, bile bile yanlış ve yalan şahitlikte bulunup yanlış hüküm verme gibi yollarla) hakkı bâtılla karıştırmayın ve (yaptığınız işin ne manâya geldiğini, gizlediğinizin hak ve Hz. Muhammed’in rasûl, hem de son ve gelmesini beklediğiniz rasûl olduğunu) bile bile hakkı gizlemeyin. |
42 |
|
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِع۪ينَ Şartlarına tam riayet ederek, vaktinde ve aksatmadan namazı kılın ve zekâtı tastamam verin. (Müslümanlardan kopuk, ayrı bir grup oluşturmayın ve böyle ayrı bir grup olarak değil,) rükû edenlerle (namazlarını tastamam yerine getiren Müslümanlar cemaatiyle birlikte) rükû edin. |
43 |
|
اَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ Siz, (elinizdeki) Kitabı okur, (oradaki hükümleri, irşad ve ikazları görüp dururken), insanlara gerçek fazilet ve iyiliği emreder, fakat kendinizi unutur musunuz? Siz hiç düşünüp akletmeyecek, aklınızı başınıza almayacak mısınız? |
44 |
|
وَاسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ وَاِنَّهَا لَكَب۪يرَةٌ اِلَّا عَلَى الْخَاشِع۪ينَۙ (Kitabın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma, kötü hallerinizi ıslah etme, ihtiyaç ve darlığa düştüğünüzde katlanma, ihtiyaçlarınızı gidermede Allah’ın âyetlerini bir meta olarak kullanmama ve bütün bu hususlarda gerekli ruh ve irade gücüne ulaşma konusunda) sabırla, (bu arada, çok yönlü sabır gerektiren oruçla) ve namazla yardım isteyiniz; (sabrı ve namazı İlâhî Dergâh’a bir yardım dilekçesi gibi arz ediniz). Gerçi bu, ağır gelmesine ağır gelir ama, kalbleri Allah’a karşı saygı ve ürperti ile dolu olanlara değil: |
45 |
|
اَلَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا رَبِّهِمْ وَاَنَّهُمْ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ۟ Onlar, kendilerini her an Rabbilerinin huzurunda ve O’na kavuşmuş gibi hissederler; zaten, Rabbilerine kavuşma ve O’na dönüş yolunda olduklarına dair bilgileri ve inançları tamdır. |
46 |
|
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَنّ۪ي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ Ey İsrail Oğulları! Size lütuf buyurduğum nimetimi ve bir zaman size bütün topluluklar üzerinde bir mevki verdiğimi hatırlayın. |
47 |
|
وَاتَّقُوا يَوْماً لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـٔاً وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ Ve takva dairesine girerek öyle bir günden korunmaya çalışın ki, o gün hiç kimse bir başkası adına ödemede bulunamaz, (herkes kendi başının derdine düşüp, kimse başkasının suçunugünahını yüklenemez); kimseden (öyle dünyada yaptığınız türde) bir şefaat, aracılık, iltimas ve kayırma kabul edilmez; kimseden (fidye türünde, azaptan kurtulma karşılığı) herhangi bir şey alınmaz ve o gün kimseye herhangi bir yerden yardım da gelmez. |
48 |
|
وَاِذْ نَجَّيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ Hem hatırlayın ki, sizi Firavun oligarşisinden kurtarmıştık; sizi (en ağır inşaat, taşımacılık ve tarla işlerinde çalıştırmak suretiyle) pek kötü işkencelere uğratıyor, erkek çocuklarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı (kendi maksatları istikametinde kullanmak ve yerli Kıptilerle evlenme mecburiyetinde bırakarak nüfusunuzu azaltmak için) sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden (bir yanda Din’de ve Şeriatı fıtriyede gösterdiğiniz ihmalle birlikte günah ve hatalarınızın neticesi olarak ceza, öte yanda, sonuçta önemli bir hayra kapı aralayabilecek) çok büyük bir belâ (imtihan ve tecrübe) vardı. |
49 |
|
وَاِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَاَنْجَيْنَاكُمْ وَاَغْرَقْـنَٓا اٰلَ فِرْعَوْنَ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ (Mısır’da yıllarca süren mücadelelerin ardından emrimiz ve yol göstermemizle oradan çıkma teşebbüsünde bulunduğunuz anda denizin kenarına gelmiş ve Firavun, ordusuyla tam arkanızdan yetişmişken) denizi sizin için yarıp sizi kurtarmış ve Firavun oligarşisini boğmuştuk; (Allah’ın, hiçbir katkınız bulunmayan tam bir inayeti olarak onlar boğulurken) siz sadece seyrediyordunuz. |
50 |
|
وَاِذْ وٰعَدْنَا مُوسٰٓى اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِه۪ وَاَنْتُمْ ظَالِمُونَ (Ve bir dönem geldi. Hani o zaman) Musa ile (toplam) kırk gece için sözleşmiştik. (O, bu sürenin ilk otuz gecesinde Turi Sina’da kalırken, içinde nur, hidayet, rahmet ve bütün meselelerin çözümü bulunan Tevrat’ı levhalar halinde kendisine vermiştik.) Bu arada siz, onun ardından o buzağı heykelini ilâh edinmiştiniz; (bu şekilde şirke düşmekle) kendi kendinize zulmediyordunuz. |
51 |
|
ثُمَّ عَفَوْنَا عَنْكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ Bu yaptığınızdan sonra bile, artık (bunca inayet ve nimetimizi idrakle) şükreder, (Tevhid’e bağlanarak bir daha şirke girmez ve Tevhid’in gereklerini yerine getirir)siniz diye, (şirk koşma en büyük günahlardan biri olmasına rağmen tevbe ve kefaretlerinizi kabul ederek) sizi bir defa daha affettik. |
52 |
|
وَاِذْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ Yine hatırlayın ki, artık tam olarak yolunuzu bulur ve istikametinizi korursunuz diye Musa’ya, (buzağıyı ilâh edinmeniz üzerine elinden bıraktığı) Kitabı ve onu uygulama ilim, firaset, dirayet ve ölçülerini (Furkan) verdik. |
53 |
|
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ اَنْفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُٓوا اِلٰى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ عِنْدَ بَارِئِكُمْۜ فَتَابَ عَلَيْكُمْۜ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ Hani bir zaman da Musa halkına demişti: “Ey halkım! Buzağıyı (ilâh) edinmekle kendi kendinize zulmettiniz. Ortaklar edinmekten mutlak manâda uzak Yaratıcınız’a hemen tevbe edin ve Allah yolunda kendinizi öldürerek bu büyük zulüm ve günahtan arının. Ortaklar edinmekten mutlak manâda uzak Yaratıcınız katında sizin için hayırlı olan budur.” (Öyle yaptınız,) O da tevbelerinizi kabul buyurdu. Hiç şüphesiz O, Tevvâb (kullarının tevbesine mağfiret ve fazladan mükâfatla karşılık veren)dir; Rahîm (inanmış ve Kendisi’ne yönelmiş kullarına hususî rahmet ve merhameti pek bol olan)dır. |
54 |
|
وَاِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسٰى لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتّٰى نَرَى اللّٰهَ جَهْرَةً فَاَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ Buna rağmen (ve bunca yıldır bizzat müşahede ve tecrübe ettiğiniz Rab’bin apaçık âyetlerine, alâmetlerine rağmen) yine bir zaman, “Ey Musa! (Bize getirdiğin hükümlerin doğru ve Allah’tan olup olmadığı konusunda) Allah’ı gözlerimizle açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayacağız!” dediniz. Bunun üzerine sizi yıldırım çarpmış gibi bir sarsıntı, bir şok tutmuştu da, yere yığılmış, öylece bakıp duruyordunuz. |
55 |
|
ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ Bu ölümden hiç farksız haliniz ve kalbî, manevî ölümünüzün ardından (Allah) sizi ikinci bir defa hayata mazhar kıldı ki, artık şükredesiniz (iman, ibadet ve hayat adına O’nun bütün hükümlerini tutup hayatınıza hayat kılasınız). |
56 |
|
وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰىۜ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْۜ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (Çölde, güneş altında evsizbarksız, hattâ çadırsız yaşamanız mümkün değilken) üzerinizde bulutu gölge yaptık ve (yiyecek hiçbir şeyiniz yokken) lütf u nimet olarak size kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. “Size rızık olarak ne lûtfetmişsek onların pak, hoş ve sağlığa zararsız olanlarından yiyin.” Buna rağmen (yine haddi aşıyor, zahmetsiz ayaklarına gelen bu yiyecekler konusunda bile hükümleri dinlemiyor ve böyle yapmakla da) Bize zulmetmiyor, kendi kendilerine zulmediyorlardı. |
57 |
|
وَاِذْ قُلْنَا ادْخُلُوا هٰذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُوا حِطَّةٌ نَغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْۜ وَسَنَز۪يدُ الْمُحْسِن۪ينَ Hatırlayın, hani (çölde dolaşıp duruyordunuz da, nihayet sizi bir beldeye yönlendirmiş ve) şöyle buyurmuştuk: “Bu beldeye girin ve oradan dilediğiniz şekilde bol bol yiyin. Kapısından âdeta secde halinde, mütevazı ve emirlerimize boyun eğmiş olarak girin ve dua edin, mağfiret dilenin, sadakat gösterin (katiyen aşırılık, taşkınlık ve bozgunculuğa düşmeyin ve şımarmayın), Biz de, hatalarınızı, sürçmelerinizi bağışlayalım.” İyiliğe kilitlenmiş ve Bizi görmeseler de Bizim kendilerini gördüğümüzün şuuru içinde davrananlar için başka mükâfatlarımız da olacaktır. |
58 |
|
فَبَدَّلَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا قَوْلاً غَيْرَ الَّذ۪ي ق۪يلَ لَهُمْ فَاَنْزَلْنَا عَلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا رِجْزاً مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ۟ Buna rağmen, emirlerimize itaatsizlikte ısrar ederek kendilerine zulmedenler, onlara söylenen (dua, tevazu, itaat ve sadakat) sözünü değiştirip bir başka şekle koydular (ve denilenin tersini yaptılar). Biz de o zulmedenlerin üzerine, çekinmeden ve ikazlara aldırmadan açıktan açığa yapıp durdukları bu taşkınlık ve haddi aşmalarından ötürü gökten murdar bir azap indirdik. |
59 |
|
وَاِذِ اسْتَسْقٰى مُوسٰى لِقَوْمِه۪ فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَۜ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناًۜ قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْۜ كُلُوا وَاشْرَبُوا مِنْ رِزْقِ اللّٰهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَ Hatırlayın, bir defasında da (çölde susuz kalmıştınız ve) Musa kavmi için su dileğinde bulunmuştu. Biz de, “Asânla o taşa vur!” diye emretmiştik. (O da vurmuştu ve) taştan on iki pınar fışkırıvermişti. On iki kabileden her biri, kendi pınarını bilmişti. Allah’ın rızkından yiyin için, fakat dolaştığınız, vardığınız, konup yerleştiğiniz yerlerde bozguncular halinde taşkınlık yapmayın, saldırgan olmayın. |
60 |
|
وَاِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسٰى لَنْ نَصْبِرَ عَلٰى طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ مِنْ بَقْلِهَا وَقِثَّٓائِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَاۜ قَالَ اَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذ۪ي هُوَ اَدْنٰى بِالَّذ۪ي هُوَ خَيْرٌۜ اِهْبِطُوا مِصْراً فَاِنَّ لَكُمْ مَا سَاَلْتُمْۜ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۟ Ve bir vakit de siz, “Ya Musa! Tek bir tür yemeğe mümkün değil katlanamayacağız. Rabbine dua et de, bize yerin bitirdiklerinden, bakliyatından, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın!” dediniz. (Musa da), “Daha üstün olanı ondan daha aşağısıyla değiştirmek mi istiyorsunuz? İnin mısıra, istedikleriniz orada var!” mukabelesinde bulunmuştu. Neticede üzerlerine zillet, miskinlik, hareketsizlik damgası basıldı ve Allah tarafından bir gazaba (şiddetli cezaya) uğradılar. Bu, onların (Kitap’taki) âyetlerimizi (ve hem kâinatta, hem de kendi hayatlarında müşahede edip durdukları delillerimizi) sürekli inkâr edip durmalarından ve hiçbir hakhukuk gözetmeksizin peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi; bu, sürekli isyan etmelerinden ve haddi aşıp durmalarından dolayı idi. |
61 |
|
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَالَّذ۪ينَ هَادُوا وَالنَّصَارٰى وَالصَّابِـ۪ٔينَ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۖ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ İster (Kur’ân’a ve Allah Rasûlü’ne) iman ikrarında bulunanlardan olsun, isterse Yahudi olanlar, Nasranîler (Hıristiyanlar), Sâbiîler (ve daha başka insanlardan) olsun, (mesele asla bir isim meselesi ve kuru bir iddiadan ibaret olmayıp,) her kim gerçekten Allah’a ve Âhiret Günü’ne iman eder ve imanının gerektirdiği istikamette sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yaparsa, Rabbileri katında derecesine göre her birinin mükâfatı vardır. (Yardımımı, desteğimi hep yanlarında bulacakları için) onlar hakkında (özellikle Âhiret’te) herhangi bir korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de. |
62 |
|
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَۜ خُذُوا مَٓا اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Hatırlayın ki, (Tevrat’ı gerektiği gibi uygulayacağınıza dair) sizden sağlam söz almış (ve hem bu maksatla hem de sözünüzde durmak gerektiğinin önemine dikkat çekmek ve sözünüzden dönmenin başınıza neler getireceği hususunda sizi ikaz etmek için) Tur’u yerinden söküp kaldırmış ve üzerinize düşüverecek gibi o vaziyette tutmuştuk: “Size verdiğimiz (Kitaba) kuvvetle tutunun ve içindeki (kanun, irşad ve tavsiyeleri) iyi belleyin ki, bu yolla takvaya ulaşıp (dünyada da, Âhiret’te de başınıza gelebilecek azap ve cezalardan) Allah’ın koruması altına girebilesiniz.” |
63 |
|
ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَۚ فَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنْتُمْ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ Bunun ardından yine yüz çevirdiniz; (sözünüzde durmadınız; Kitaba sarılıp, hükümlerini yerine getirmediniz). Eğer Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasa, (Allah size hususî rahmetiyle muamele etmeyip, isyanlarınızdan geçivermese idi), bütün bütün kaybedip gitmiştiniz. |
64 |
|
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذ۪ينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِـ۪ٔينَۚ İçinizden Sebt’in hürmetine riayet etmeyerek, o gün haddi aşanları mutlaka biliyorsunuz. Onlara “Aşağılık ve sefil bir şekilde oraya buraya sığınan, fakat sığındıkları her yerden kovulan maymunlar olun!” dedik. |
65 |
|
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّق۪ينَ Bunu, o anda yaşayanlara ve daha sonra geleceklere ağır bir dersi ibret ve müttakîler için üzerinde düşünecekleri ve ikaz, irşad adına başkalarına da anlatacakları bir öğüt vesilesi kıldık. |
66 |
|
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ٓ اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةًۜ قَالُٓوا اَتَتَّخِذُنَا هُزُواًۜ قَالَ اَعُوذُ بِاللّٰهِ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ Bir vakit de Musa kavmine, “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor!” demişti. “Bizimle alay mı ediyorsun?” diye mukabelede bulundular. (Musa), “(Öyle, insanlarla alay eden) cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım!” cevabını verdi. |
67 |
|
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَۜ قَالَ اِنَّهُ يَقُولُ اِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا فَارِضٌ وَلَا بِكْرٌۜ عَوَانٌ بَيْنَ ذٰلِكَۜ فَافْعَلُوا مَا تُؤْمَرُونَ Bu defa, “Bizim için Rabbine dua et de, nasıl bir inek, hususiyetleri nedir bize açıklasın!” dediler. Musa, “O buyuruyor ki, ‘Ne pek yaşlı bir inek, ne de pek taze, boğa görmemiş bir düvedir; ikisi ortası, dinç bir inektir;’ haydi, size emredileni yapın!” dedi. |
68 |
|
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا لَوْنُهَاۜ قَالَ اِنَّهُ يَقُولُ اِنَّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَٓاءُۙ فَاقِعٌ لَوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِر۪ينَ (İşi yine yokuşa sürerek,) “Bizim için Rabbine dua et de, onun rengi nasıldır, bize açıklasın!” mukabelesinde bulundular. (Musa), “O buyuruyor ki, ‘Bakanların içini açan, parlak sarı renkte bir inektir.’” cevabını verdi. |
69 |
|
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَۙ اِنَّ الْبَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَاۜ وَاِنَّٓا اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَمُهْتَدُونَ (Emri yine yerine getirmeyip,) “Bizim için Rabbine dua et de, o nasıl bir şeydir bize açıklasın. İnekler hep birbirine benzediğinden biz ayırım yapamıyoruz. (Eğer Rabbin onun nasıl bir şey olduğunu açıklarsa,) Allah dilediği takdirde elbette onu bulur ve keseriz!” dediler. |
70 |
|
قَالَ اِنَّهُ يَقُولُ اِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا ذَلُولٌ تُث۪يرُ الْاَرْضَ وَلَا تَسْقِي الْحَرْثَۚ مُسَلَّمَةٌ لَا شِيَةَ ف۪يهَاۜ قَالُوا الْـٰٔنَ جِئْتَ بِالْحَقِّۜ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُوا يَفْعَلُونَ۟ Musa, “O buyuruyor ki,” dedi: ‘Ne boyunduruğa koşulur arazi sürer, ne de ekin sular. Salma bir inek, hiç alacası da yok’.” “İşte şimdi gerçeği tam ifade ettin!” dediler ve (tarif edilen türde bir inek bulup) kestiler. Neredeyse (akılları sıra savsaklayıp) kesmeyeceklerdi. |
71 |
|
وَاِذْ قَتَلْتُمْ نَفْساً فَادّٰرَءْتُمْ ف۪يهَاۜ وَاللّٰهُ مُخْرِجٌ مَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَۚ Hani, birini öldürmüştünüz de suçu birbirinizin üstüne yıkmaya çalışıyordunuz. Halbuki Allah, sizin gizlediğinizi meydana çıkaracaktı. |
72 |
|
فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَاۜ كَذٰلِكَ يُحْـيِ اللّٰهُ الْمَوْتٰى وَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ Bu sebeple, “(Kestiğiniz ineğin) bir parçasıyla öldürülen kişiye vurun!” diye emrettik. (Vurulunca ölü dirildi ve kendisini kimin öldürdüğünü haber verdi.) Allah, o ölü insanı nasıl diriltmişse ölüleri de öyle diriltir ve size âyetlerini (kudretine, birliğine ve icraatına delil olan alâmet ve işaretleri) gösterir ki, gereğince akledip, (iman hakikatları konusunda hiç şüphe duymayasınız). |
73 |
|
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةًۜ وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَٓاءُۜ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ Bu hadiseden sonra aradan biraz zaman geçince kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi oldu, hattâ daha da katı. Çünkü taşın öylesi vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır; öylesi vardır, şak şak olur ve içinden su çıkar. Yine öylesi de vardır ki, Allah karşısındaki ürperti ve saygısından aşağılara yuvarlanır. (Ama sizin kalbiniz taştan da sert), fakat Allah yaptıklarınızdan asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir. |
74 |
|
اَفَتَطْمَعُونَ اَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللّٰهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (Ey mü’minler topluluğu! Allah’ın onca nimetlerine rağmen O’na karşı hep vefasızlıkta bulunmuş böyle bir kavmin) size (sizin inanıp onlara da anlattığınız İslâm’a, Kitaba ve Peygamber’e) hemen inanıvereceklerini mi umuyorsunuz? Hele içlerinde bir grup vardı ki, Allah’ın Kelâmı’nı dinlerler, onun gerçekten Allah Kelâmı olduğuna akılları yatar, fakat sonra bile bile onu tahrif ederler, kelimeleri başka manâlara çekip asıl manâlarından saptırırlar ve farklı farklı yorumlara tâbi tutarlardı. |
75 |
|
وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَا بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ قَالُٓوا اَتُحَدِّثُونَهُمْ بِمَا فَتَحَ اللّٰهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَٓاجُّوكُمْ بِه۪ عِنْدَ رَبِّكُمْۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ Şimdi de, iman edenlerle karşılaştıklarında “(Sizin iman ettiğinize biz de) iman ettik!” derler. Kendi mahfillerinde gizli gizli bir araya gelip halvet olduklarında ise (birbirlerine çıkışır ve) “Allah’ın size açıp malûm ettiği hakikatleri Rabbinizin huzurunda size karşı delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Sizde hiç akıl yok mu?” derler. |
76 |
|
اَوَلَا يَعْلَمُونَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ Bilmezler mi ki Allah, onların gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını da!? |
77 |
|
وَمِنْهُمْ اُمِّيُّونَ لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ اِلَّٓا اَمَانِيَّ وَاِنْ هُمْ اِلَّا يَظُنُّونَ İçlerinde bir de okumasıyazması olmayanlar vardır: Kitap nedir, (neden bahseder, içinde neler vardır) bilmezler. Bildikleri sadece kendilerine söylenen kulaktan duyma kuruntu ve uydurmalardan ibaret olup, ancak zanlarıyla hareket ederler. |
78 |
|
فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِاَيْد۪يهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هٰذَا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ لِيَشْتَرُوا بِه۪ ثَمَناً قَل۪يلاًۜ فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ اَيْد۪يهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ Yazıklar olsun, (Allah’ın Kitabı’nda keyfî tasarrufta bulunan ve) bizzat elleriyle yazdıklarını Kitaba katıp, sonra da az bir kazanç elde etme uğruna “Bu, Allah katındandır!” diyenlere! Yazıklar olsun onlara elleriyle yazdıklarından dolayı; ve yazıklar olsun elde ettikleri kazanç ve yüklendikleri vebalden dolayı! |
79 |
|
وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّٓا اَيَّاماً مَعْدُودَةًۜ قُلْ اَتَّخَذْتُمْ عِنْدَ اللّٰهِ عَهْداً فَلَنْ يُخْلِفَ اللّٰهُ عَهْدَهُٓ اَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ Bir de, “Bize sayılı birkaç gün dışında asla Ateş dokunmayacak.” derler. De ki: “Allah’la anlaşma yapıp O’ndan söz mü aldınız? (Eğer öyle ise) Allah, sözünden asla dönmez. Yoksa Allah’a hakkında kesin bilginiz olmayan birtakım şeyler isnat ediyor olmayasınız?” |
80 |
|
بَلٰى مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَاَحَاطَتْ بِه۪ خَط۪ٓيـَٔتُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ Evet, öyle yapıyorsunuz. Oysa gerçek şudur: Her kim, günah olduğu apaçık bir fenalığı iradesiyle işler ve bu şekilde (niyetiyle de, ameliyle de) kazandığı günahlar çepeçevre kendisini kuşatırsa, öyleleri Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdırlar; orada sonsuzca kalacaklardır. |
81 |
|
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ İman edip, imanlarının gerektirdiği istikamette sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar ise, onlar Cennet’in yârânı ve yoldaşlarıdır. Onlar da orada sonsuzca kalacaklardır. |
82 |
|
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ لَا تَعْبُدُونَ اِلَّا اللّٰهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَاناً وَذِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينِ وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْناً وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ اِلَّا قَل۪يلاً مِنْكُمْ وَاَنْتُمْ مُعْرِضُونَ Hatırlayın, yine bir zaman İsrail Oğulları’ndan “(İlâh, Rab ve Melik olarak) sadece Allah’a ibadet edecek ve annebabaya saygı, güzel muamele ve iyilikte kusur etmeyeceksiniz; akrabaya, yetimlere ve yeterli geçimlikten gerçekten mahrum düşkünlere de!” diye söz almış, ayrıca şöyle emretmiştik: İnsanlara güzel söz söyleyin (incitici ve kırıcı olmayın), namazı bütün şartlarına riayet ederek, vaktinde ve aksatmadan kılın ve zekâtı eksiksiz verin! Fakat az bir zaman sonra pek azınız müstesna sözünüzden döndünüz; zaten siz, bağlandığınız ahidlerden, verdiğiniz sözlerden sürekli yüz çeviren bir topluluksunuz. |
83 |
|
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَكُمْ لَا تَسْفِكُونَ دِمَٓاءَكُمْ وَلَا تُخْرِجُونَ اَنْفُسَكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ ثُمَّ اَقْرَرْتُمْ وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ Öyle ya, yine bir vakit sizden bir söz daha almıştık: Birbirinizin kanını dökmeyecek; kendinizden olan insanları (memleketiniz halkını) memleketinizden çıkarmayacaktınız. Bu konuda kesin taahhütte bulunmuş, ikrar vermiştiniz, hem de birbirinize şahit olarak; nitekim bugün de aynı şahadette bulunursunuz. |
84 |
|
ثُمَّ اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ تَقْتُلُونَ اَنْفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَر۪يقاً مِنْكُمْ مِنْ دِيَارِهِمْۘ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِمْ بِالْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِۜ وَاِنْ يَأْتُوكُمْ اُسَارٰى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ اِخْرَاجُهُمْۜ اَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍۚ فَمَا جَزَٓاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذٰلِكَ مِنْكُمْ اِلَّا خِزْيٌ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يُرَدُّونَ اِلٰٓى اَشَدِّ الْعَذَابِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ Sonra ne yaptınız? Siz o kimselersiniz ki, birbirinizi (kendi memleketiniz halkını) öldürüyor, içinizden bir kısmını öz diyarlarından çıkarıyor, hem de insaf sınırlarını çok aşan ve günah olduğu apaçık bir fenalık ve düşmanlıkla aleyhlerinde birbirinize arka çıkıyorsunuz. Elinize esir düştüklerinde salıverilmeleri için kendilerinden fidye almaya kalkıyor, (düşman elinde) size esir olarak geldiklerinde ise, bu defa fidye ile onları kurtarıyorsunuz; halbuki onları öz diyarlarından çıkarmak size baştan haram kılınmıştı. (Bu şekilde ne yaptığını bilmez bir topluluk olarak) Kitabın bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr mı edersiniz? İçinizde böyle davrananların görecekleri mukabele, dünya hayatında rüsvaylık, Kıyamet Günü de azabın en şiddetlisine itilmekten başka ne olabilir? Allah, yapıp ettiklerinizden asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir. |
85 |
|
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا بِالْاٰخِرَةِۘ فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ۟ Öyleleri, Âhiret’i verip, karşılığında (insanî hayatın en alt derecesi ve sadece maddî, süflî arzu ve emelleri tatmine çalışma hayatı olarak) dünya hayatını satın almış kimselerdir. (Bu alışverişlerinin karşılığında) üzerlerinden azap hafifletilmeyeceği gibi, kendilerine (azaptan kurtulma adına) herhangi bir yardımda da bulunulmayacaktır. |
86 |
|
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِنْ بَعْدِه۪ بِالرُّسُلِ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ اَفَكُلَّمَا جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوٰٓى اَنْفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْۚ فَفَر۪يقاً كَذَّبْتُمْۘ وَفَر۪يقاً تَقْتُلُونَ (Bu azap onların tam hakkıdır. Çünkü) şurası bir gerçek ki, Musa’ya o (hidayet kaynağı, kendisinde nur ve her meselenin çözümü bulunan) Kitabı verdik ve arkasından (Musa’nın izinde ve aynı Kitabı esas alıp uygulamakla birlikte, zamana ve şartlara göre içtihadlarda bulunan, ayrıca kendilerine dua ve münacat mahiyetinde sahifeler verilen) daha başka rasûller gönderdik (ve böylece onları ışıksız, rehbersiz bırakmadık). Bilhassa en son olarak Meryem oğlu İsa’ya, (risaletini gün gibi gösteren ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak derecede ispat eden) o apaçık delilleri verdik ve onu Ruhu’l Kudüs’le destekledik. Hal böyle iken, ne zaman size nefislerinizin hoşlanmayacağı, heva ve hevesinize hizmet etmeyecek mesaj ve hükümlerle bir rasûl gelse, hep böyle büyüklük taslayıp kafa tutacak, kibrinize dokunuyor diye kimisini yalanlayıp kimisini öldürecek misiniz? |
87 |
|
وَقَالُوا قُلُوبُنَا غُلْفٌۜ بَلْ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفْرِهِمْ فَقَل۪يلاً مَا يُؤْمِنُونَ (Bu kadar nimet, af, mağfiret, şefkat, nasihat ve gerçek karşısında yine de inanmamakta diretiyor ve mazeret olarak da alayvarî, “Bunlara bizim ne ihtiyacımız var ki! Bunları bu kadar sayıp döktüğüne göre, demek) bizim kalblerimiz kılıflı, kabuk bağlamış, kaşarlanmış; (imana kabiliyetimiz kalmamış!)” diyorlar. Hayır, gerçeklerin üzerini bilerek örtmeleri ve inanmamakta direnmeleri sebebiyle Allah onları lânetledi (rahmetinden uzaklaştırdı; kalblerini ve kulaklarını mühürledi, gözlerine perde çekti). Bu bakımdan, imanla, iman hakikatleriyle münasebet ve alâkaları pek azdır |
88 |
|
وَلَمَّا جَٓاءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْۙ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذ۪ينَ كَفَرُواۚ فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِه۪ۘ فَلَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الْكَافِر۪ينَ Öyle ya, Allah katından kendilerine yanlarında bulunan (Tevrat’ı, aslî haliyle onun İlâhî bir kitap olduğunu ve içinde bulunan Âhir Zaman Nebîsinin sıfatlarını) tasdik eden bir Kitap geldi; daha önce de, o sıralar kâfir bulunan (Evs ve Hazreç gibi toplu luk) lara karşı, (“Âhir Zaman Nebîsi gelecek ve o zaman sizi mağlûp ve perişan edeceğiz!” diye) galibiyet ve fetih dileyip duruyorlardı. (Öz çocuklarını tanıdıkları gibi) tanıdıkları (Âhir Zaman Nebisi) gelince, bu defa da O’nu ret ve inkâr ettiler. Allah’ın lâneti boynuna olsun o kâfirlerin! |
89 |
|
بِئْسَمَا اشْتَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْ اَنْ يَكْفُرُوا بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بَغْياً اَنْ يُنَزِّلَ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۚ فَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ عَلٰى غَضَبٍۜ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ مُه۪ينٌ Ne kötü bir şey karşılığında kendilerini satıp feda ettiler: Allah’ın, kullarından dilediğine tamamen fazl ve kereminden Kitap indirip risalet vermesini (sırf o kul kendilerinden değil diye bencillik ve) kıskançlıkla hoş görmeyip haddi aşarak, Allah’ın indirdiği Kitabın, o Kitap’taki gerçeklerin üzerini bile bile örtmeğe, onları bile bile inkâra gittiler. Böyle yaptılar ve gazap üzerine gazaba (şiddetli cezaya) uğradılar. (Küfür varlıklarını kaplayıp tabiatları haline gelmiş bütün kâfirler gibi o) kâfirler için de (dünyada benzerini görüp tanımadıkları) alçaltıcı bir azap vardır. |
90 |
|
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا نُؤْمِنُ بِمَٓا اُنْزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرُونَ بِمَا وَرَٓاءَهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقاً لِمَا مَعَهُمْۜ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ اَنْبِيَٓاءَ اللّٰهِ مِنْ قَبْلُ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ Kendilerine, “(Mü’minin şiarı, Allah’ın bütün indirdiklerine inanmaktır.) Allah her ne indirmişse ona, (dolayısıyla Kur’ân’a) iman edin!” denildiği zaman, “Hayır, biz ancak bize indirilene iman ederiz!” diye karşılık verirler ve hak olduğu, hem de ellerindeki Kitabı (aslî hali, halâ ihtiva ettiği gerçekler ve İlâhî kaynaklı olması itibariyle) tasdik ettiği halde, kendilerine indirilenden başkasını bile bile ret ve inkâr ederler. Onlara de ki: “İddia ettiğiniz gibi gerçekten mü’minlerdiniz, Allah’ın size indirdiğine gerçekten inanıyordunuz da, neden daha önceden Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?” |
91 |
|
وَلَقَدْ جَٓاءَكُمْ مُوسٰى بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِه۪ وَاَنْتُمْ ظَالِمُونَ (Celâlim hakkı için,) Musa size apaçık delillerle gelmişti. Böyle iken, (O kısa bir süreliğine aranızdan ayrılır ayrılmaz) tuttunuz o buzağıyı ilâh edindiniz. Siz, böyle yanlış yapıp yanlış davranan, (Allah’ı bırakıp başka ma’budlara yönelme zulmünü işleyen ve böylece) kendi öz canlarına zulmeden kimselersiniz. |
92 |
|
وَاِذْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَۜ خُذُوا مَٓا اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواۜ قَالُوا سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاُشْرِبُوا ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْۜ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِه۪ٓ ا۪يمَانُكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ Yine bir zaman (ahdimize riayet edeceğiniz konusunda) sizden sağlam söz almış (ve hem bu maksatla, hem de sözünüzde durmak gerektiğinin önemine dikkat çekmek ve sözünüzden dönmenin başınıza neler getireceği hususunda sizi ikaz etmek için) Tur’u yerinden söküp kaldırmış ve üzerinize düşüverecek gibi o vaziyette tutmuştuk: “Size verdiğimiz (Kitaba) kuvvetle tutunun ve dinleyip itaat edin!” “Dinledik, (ama hiç dinlememiş, duymamış gibi, denilenin tersini yaparak, sanki) isyan ettik!” dediler. Gerçek karşısında sürekli direnip (isyan etmeleri ve en son buzağıya tapınarak) küfre girmeleri sebebiyle buzağı (sevdası) kalblerine içirilmiş, (kalblerinde imana ve başka bir sevgiye artık hiç yer kalmamıştı). Onlara de ki: “İddia ettiğiniz gibi gerçekten mü’minseniz, size indirilene gerçekten inanmışsanız, bu imanınız size ne kötü şeyler emrediyor?” |
93 |
|
قُلْ اِنْ كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الْاٰخِرَةُ عِنْدَ اللّٰهِ خَالِصَةً مِنْ دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ De ki: “Eğer iddia ettiğiniz gibi (Allah’ın sevgilileri ve Sıratı Müstakîm’in tek yolcuları iseniz ve dolayısıyla) Âhiret yurdu (olan Cennet) Allah katında, O’nun hükmü ve iznince başka kimseye değil de yalnızca size âitse, bu iddianızda ve iman davasında sadık, samimî ve sözünüzün doğruluğuna kani iseniz, haydi ölümü cana minnet bilin ve hemen temennî edin.” |
94 |
|
وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ اَبَداً بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يهِمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ Ama işleyip durdukları ve bizzat kendi elleriyle Âhiret’e gönderdikleri (cinayetler, zulümler ve cürümler onlarda ölüp Allah’a kavuşma aşk ve arzusunu yok ettiği, her halükârda vicdanları da yaptıklarının kötülüğüne hükmedip cezasız kalmayacağını sezdiği için) ölümü asla, hem de ebediyen arzu etmezler. Allah, (şirk ve daha başka büyük günahlar içinde yüzmekle kendilerine zulmeden) o zalimleri çok iyi bilmektedir. |
95 |
|
وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلٰى حَيٰوةٍۚ وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُوا يَوَدُّ اَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ اَلْفَ سَنَةٍۚ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِه۪ مِنَ الْعَذَابِ اَنْ يُعَمَّرَۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ۟ Hiç şüphesiz onları insanların yaşamaya en hırslısı bulursun; öyle ki, (Allah’ı tanımayan ve çeşit çeşit putları O’na) ortak koşanlardan daha da hırslı. Her biri arzu eder ki bin sene yaşasın. Halbuki ne kadar çok yaşarsa yaşasınlar, (böyle günahlar içinde yüzdükçe) bu ömür onları azaptan uzaklaştıracak, azapla aralarına girecek, Âhiret’in gelmesine mani olacak da değildir. Neler yapıyorlar, hangi işlerle meşguller, Allah, hepsini çok iyi görmektedir. |
96 |
|
قُلْ مَنْ كَانَ عَدُواًّ لِجِبْر۪يلَ فَاِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلٰى قَلْبِكَ بِاِذْنِ اللّٰهِ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَ (Bir de, Kur’ân’ı kendi içlerinden birine değil de sana getiriyor diye Cebrail’e düşman olurlar. Onlara) de: “(Âlemlerin Rabbi, benim de sizin de Rabbiniz olan Allah şöyle buyuruyor:) ‘Kim Cebrail’e düşman ise bilsin ki Cebrail, o Kur’ân’ı (kendi karar ve tercihiyle değil,) tamamen Allah’ın emir ve izniyle senin kalbine, kendinden önceki bütün İlâhî kitapları (aslî halleri, halâ ihtiva ettikleri gerçekler ve İlâhî kaynakları itibariyle) tasdik edici ve mü’minler için hem baştan sona bir hidayet kaynağı, hem de (dünya ve Âhiret hayatları adına bir) müjde olarak indirmekte, (böylece o kalb, âdeta mücessem vahiy haline gelmekte)dir’.” |
97 |
|
مَنْ كَانَ عَدُواًّ لِلّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَرُسُلِه۪ وَجِبْر۪يلَ وَم۪يكَالَ فَاِنَّ اللّٰهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِر۪ينَ (Allah’ın emrettiğinden başkasını yapmayan Cebrail’e düşmanlık, Allah’ın takdirine ve dolayısıyla Allah’a düşmanlıktır. Bu sebeple,) kim Allah’a, meleklerine, rasûllerine ve (bu arada melekler içinde) Cebrail’e ve Mikâil’e düşmansa bilsin ki, hiç şüphesiz Allah kâfirlere düşmandır. (Onlara mühlet vermesi, onları ihmal ettiği için değildir; sadece haset, inat ve hevaheveslerine bağlılıklarından vazgeçip, gerçeğe yönelirler ve imanla mü’minler cemaatine dahil olurlar mı diyedir). |
98 |
|
وَلَقَدْ اَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍۚ وَمَا يَكْفُرُ بِهَٓا اِلَّا الْفَاسِقُونَ (Onların küfr ü inkârlarına üzülme!) Şurası bir gerçek ki sana, (senin risaletini, Kur’ân’ın Allah katından bir kitap olduğunu güneş gibi gösteren, güneş gibi kendi kendilerine delil olan) apaçık âyetler, parlak deliller indirdik. Bütün bu âyet ve delilleri, ancak (hâl, düşünce, bakış açısı ve yaşayışlarıyla) Sıratı Müstakîm’den sapmış ve apaçık günah işlemekten çekinmeyenler (fasıklar) görmezlikten, duymazlıktan gelir ve inkâr eder. |
99 |
|
اَوَكُلَّمَا عَاهَدُوا عَهْداً نَبَذَهُ فَر۪يقٌ مِنْهُمْۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (O fasıklar) ne zaman bir ahidde bulunsalar, her defasında mutlaka içlerinden bir güruh onu bozup atıverecek öyle mi? (Evet, hep böyle yapıyorlar; hem küçük bir güruh da değil,) onların çoğu, ahd tanır, iman eder değillerdir. |
100 |
|
وَلَمَّا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَر۪يقٌ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَۗ كِتَابَ اللّٰهِ وَرَٓاءَ ظُهُورِهِمْ كَاَنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ Hem, nihayet kendilerine Allah katından ellerinde bulunan (Tevrat’ı aslî hali, halâ ihtiva ettiği gerçekler ve İlâhî kaynağı itibariyle) tasdik eden bir rasûl gelince önceden kendilerine Kitap verilmiş olanların bir bölümü, sanki (onun Allah tarafından gönderilmiş hak bir Kitap ve onu getiren Rasûl’ün de bekledikleri son Peygamber olduğunu) bilmiyorlarmış gibi Allah’ın Kitabı’nı omuzlarının arkasına, çok geriye attılar (ne Tevrat’ın O’nunla ilgili haberlerine itibar ettiler, ne de Kur’ân’a gereken saygı ve alâkayı gösterdiler). |
101 |
|
وَاتَّـبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاط۪ينُ عَلٰى مُلْكِ سُلَيْمٰنَۚ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمٰنُ وَلٰكِنَّ الشَّيَاط۪ينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَۗ وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَۜ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ اَحَدٍ حَتّٰى يَقُولَٓا اِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْۜ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِه۪ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِه۪ۜ وَمَا هُمْ بِضَٓارّ۪ينَ بِه۪ مِنْ اَحَدٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْۜ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرٰيهُ مَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ۠ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِه۪ٓ اَنْفُسَهُمْۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ Tuttular, Süleyman’ın devlet ve idaresi aleyhinde şeytanların uydurup etrafa yaydıkları yalanların peşine düştüler (ve O’nun, şeytanları, cinleri, kuşları pek çok işlerde istihdam eden ve çeşitli harikalarla müeyyet idaresini büyüye verdiler). Halbuki (Allah’ın her zaman O’na göz yaşları içinde dua dua yalvaran has bir peygamberi olup, büyü yapmanın da, büyüye hakikî ve yaratıcı tesir vermenin de küfür olduğunu bilen) Süleyman, asla küfre düşmedi; (O’ nun mülkü aleyhinde iftira yayan) şeytanlar küfre düştü: insanlara büyüyü ve Babil’de Harut ve Marut adlı iki meleğe indirilen ilmi (çarpıtarak ve yanlış yolda kullanılacak tarzda) öğretiyorlardı. (İnsanlara büyü bozma ve büyüye karşı korunma gibi birtakım gizli ilimleri öğreten Harut ve Marut), “Biz, oldukça hassasiyet isteyen bir iş için gönderildik. Bize verilen bu bilgide de fitne ve imtihan vardır. Bu bakımdan, (onu iyi yolda kullanın; kötü yolda kullanarak) küfre düşmeyin!” diye uyarmadıkça, kimseye bir şey öğretmiyordu. Fakat şeytanların hile ve iftiralarının peşine düşenler, gerek büyüden, gerekse Harut ve Marut’a indirilen bilgiden sadece kişi ile eşinin arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. O öğrendikleriyle, Allah’ın izin ve dilemesi olmadıkça kimseye zarar verebilecek de değillerdi. Onlar, neticede zararı kendilerine dokunacak, ama asla fayda vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. Kasem ederim ki, (o büyüyle meşgul bulunanlar, Allah’ın Kitabı’nı bırakıp da yerine büyüyü) satın alan her kim olursa olsun Âhiret’te hiçbir nasibinin, orada işine yarayacak hiçbir gelirinin olmayacağını muhakkak biliyorlardı. Ne kötüdür karşılığında öz canlarını sattıkları bu iş! Keşke, (ömürlerini nasıl çirkin bir şeyle geçirdiklerini ve Âhiret’teki nasipsizliklerinin dehşetini idrak edip), gerçekten bilen ve anlayan insanlar gibi davransalardı! |
102 |
|
وَلَوْ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ خَيْرٌۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟ Keşke gerektiği şekilde iman edip, Allah’a içten saygı ve hükümlerine ittiba ile takva dairesine girmiş olsalardı, (şimdi olsun böyle yapsalar!) Bu takdirde, elbette Allah katından kendilerine verilecek sevap ve mükâfat her bakımdan hayırlı olurdu. Keşke bunu idrakle, gerçekten bilen ve anlayan insanlar gibi davransalardı! |
103 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُواۜ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ اَل۪يمٌ Ey iman edenler! (Allah Rasûlü’yle olan muamele ve konuşmalarınızda, bir kısım Yahudilerin kasten “Bizi de gözet çobanımız!” manâsına gelecek şekilde kullandıkları) “râinâ!” sözünü söylemeyin; bunun yerine, “ünzurnâ (Lütfen bize nezaret buyurup, dikkatinizi lütfeder misiniz)!” deyin ve (O size ne söylüyorsa) dinleyip belleyin (ve itaat edin). (Bilin ki, Allah Rasûlü’ne inanmayan, itaat etmeyen ve O’na karşı saygısızlık yapan) o kâfirler için çok acı bir azap vardır. |
104 |
|
مَا يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِك۪ينَ اَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْۜ وَاللّٰهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُوالْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ Ehli Kitap’tan, (Rasûllerden ve İlâhî kitaplardan birini veya birkaçını inkâr etmek, Allah’a değişik şekillerde şirk koşmak veya O’nun meleklerine düşmanlık beslemek gibi yollarla) kâfir olanlar, ayrıca (Mekke ve civar kabilelerdeki müşrikler gibi bütün) müşrikler, size Rabbinizden bir hayır indirilmesinden hiç hoşlanmazlar. Fakat (onlar nasıl karşılarsa karşılasın) Allah, dilediği kulunu rahmetiyle seçkin ve vazifeli kılar. Allah, çok büyük fazl sahibidir, karşılıksız lütf u ihsanda bulunmada pek cömerttir. |
105 |
|
مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا اَوْ مِثْلِهَاۜ اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ (Bu bakımdan, onlar füruatla alâkalı hükümlerde yaptığımız değişikliklere itiraz da etseler) Biz, (Din’i kemale erdirmek ve üzerinizdeki nimetimizi tamamlamak istikametinde şartlar açısından) daha uygununu ya da benzerini getirmeden, (daha önce indirdiğimiz) bir âyetin hükmünü ya da kendisini kaldırmayız veya unutturmayız. Elbette bilirsin ki Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir. |
106 |
|
اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ Elbette bilirsin ki Allah, göklerin, yerin (ve bu ikisinde bulunan bütün varlıkların) mutlak mülkiyet ve hakimiyeti O’na aittir. (O, Kendi mülkünde dilediğini dilediği şekilde yapar. Siz, O’nun O’na inanmış ve teslim olmuş kullarısınız.) Sizin için Allah’tan başka ne yakın bir dost, işlerinizi kendisine havale edeceğiniz bir emir ve hüküm sahibi, ne de (dertlerinize çare olacak) içten bir yardımcı vardır. |
107 |
|
اَمْ تُر۪يدُونَ اَنْ تَسْـَٔلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسٰى مِنْ قَبْلُۜ وَمَنْ يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالْا۪يمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ Yoksa (Ehli Kitap’tan bilhassa kâfir olanların iğvalarının tesirinde kalarak, Allah’ın bazı âyet ve hükümlerde yaptığı değişiklikleri anlayamayıp,) daha önce Musa’nın manâsız ve kasıtlı sorularla sorguya çekildiği, kendisinden (açıktan Allah’ı görme türünden) bazı isteklerde bulunulduğu gibi, siz de size gönderilen Rasûl’ü aynı şekilde sorguya çekip, O’ndan benzer isteklerde bulunmak mı istiyorsunuz? İman ettikten sonra kim imanı küfürle değiştirir, imana tam ters işler yaparsa, (bilsin ki) düz yolun ortasında sapıp gitmiştir. |
108 |
|
وَدَّ كَث۪يرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِكُمْ كُفَّاراًۚ حَسَداً مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّۚ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ Ehli Kitap’tan pek çoğu arzu eder ki, ah keşke imanınızdan sonra sizi gerisin geriye döndürüp kâfir yapabilseler! Bu, kendilerine (Kur’ân’ın Allah Kelâmı, Muhammed’in Âhir Zaman’da gelmesi beklenen) hak (rasûl) olduğu apaçık belli olduktan sonra, sırf nefsaniyetten kaynaklanan haset sebebiyledir. Ne var ki, Allah onlar hakkındaki hükmünü verip icraya koyuncaya kadar affediverin onları, dediklerine bakmayın; heyecana kapılıp da onlarla çekişmeye girmeyin. Hiç şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir (ve elbette onlar hakkındaki hükmünü uygulamaya da kadirdir). |
109 |
|
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ Siz, namazı bütün şartlarına riayet ederek, vaktinde ve aksatmadan kılmaya ve zekâtı da tastamam vermeye bakın. Bizzat kendiniz için (bugünden yarına ve Âhiret’e) her ne hayır gönderirseniz, Allah katında onu eksiksiz bulursunuz. (Hayır, şer) her ne yapıyorsanız, her ne ile meşgulseniz, Allah mutlaka hepsini en iyi şekilde görmektedir. |
110 |
|
وَقَالُوا لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ اِلَّا مَنْ كَانَ هُوداً اَوْ نَصَارٰىۜ تِلْكَ اَمَانِيُّهُمْۜ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ (Durmuşlar, bir de) Yahudiler “Yahudi olanlardan”, Hıristiyanlar ise “Hıristiyan olanlardan başka kimse Cennet’e girmeyecek.” diyorlar. Bu, onların sadece kuruntularıdır. (Onlara) de ki: “Eğer bu iddianızda samimi iseniz ve iddianızın doğruluğuna inancınız tamsa, delilinizi getirin. |
111 |
|
بَلٰى مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُٓ اَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّه۪ۖ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ۟ Yahudiler, “Hıristiyanların dayandığı hiçbir temel, ellerinde hiçbir İlâhî dayanak yoktur.” dediler; Hıristiyanlar da, “Yahudilerin dayandığı hiçbir temel, ellerinde hiçbir İlâhî dayanak yoktur.” dediler; halbuki hepsi de Kitabı okuyup duruyorlar. (Allah’tan) hiçbir ilim sahibi olmayan (müşrikler de), aynı şekilde onların konuştukları gibi konuşmaktadırlar. (Gerçeği tam olarak bilen) Allah, ihtilâf edip durdukları bütün bu hususlarda Kıyamet Günü aralarındaki hükmünü verecektir. |
112 |
|
وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارٰى عَلٰى شَيْءٍۖ وَقَالَتِ النَّصَارٰى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلٰى شَيْءٍۙ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَۜ كَذٰلِكَ قَالَ الَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْۚ فَاللّٰهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ ف۪يمَا كَانُوا ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَ Allah’ın mescitlerini ibadete kapatan, içlerinde O’nun adının anılmasını yasaklayan ve onların (cemaatsiz kalarak veya yıkılıp giderek) harap olması için uğraşandan daha zalim kim vardır? O zalimlerin, (Din’e yabancılıkları sebebiyle ve harabına çalıştıkları için) mescitlere endişe içinde girmekten başka hakları yoktur (ve bir zaman gelecek, ancak korka korka girebileceklerdir). Onların hakkı, dünyada rüsvaylık olup, Âhiret’te de onlar için çok büyük ve dehşetli bir azap vardır. |
113 |
|
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللّٰهِ اَنْ يُذْكَرَ ف۪يهَا اسْمُهُ وَسَعٰى ف۪ي خَرَابِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ اَنْ يَدْخُلُوهَٓا اِلَّا خَٓائِف۪ينَۜ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ (Müslümanların mescitlerinde Allah’ın adının anılmasını önlemek gayesiyle kıble gibi bazı meseleleri bahane ederler. Oysa mekân olarak) doğu da batı da (ve doğusuyla, batısıyla bütün yeryüzü) Allah’ındır. (Nerede bulunursanız bulunun, namaz için O’na yönelebilirsiniz) ve her ne tarafa yönelirseniz yönelin, Allah’a yönelmiş olur, O’nu karşınızda bulursunuz. Allah, bütün yönlerin sahibi, (rahmeti ve lütfuyla her varlığı) kucaklayan ve merhametiyle kullarına genişlik gösterendir; (neyi niçin yaptığınızı da) çok iyi bilendir. |
114 |
|
وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ (Gerçek bu iken ve Allah her türlü kayıttan uzak, dolayısıyla sonsuz ve sonsuz olduğu için de eşinin, benzerinin bulunması ve sınırlı varlıklara benzemesi asla mümkün değilken, O’na evlât isnat ederek,) “Allah bir çocuk edindi!” dediler. Haşa, Allah (herhangi bir şeye ihtiyaç hissetme, sonradan olma, üreme ve fanilik gibi) yaratılmışlara ait bütün hususiyetlerden münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, (O’nun yaratmasıdır ve O’nun idaresindedir.) İstisnasız her şey, (O’nun yaratığı olarak temel hususiyeti gereği) O’nun emri altındadır ve O’na boyun eğmiş durumdadır. |
115 |
|
وَقَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَداًۙ سُبْحَانَهُۜ بَلْ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ O, göklerin ve yerin yoktan, önünde hiçbir örnek olmadan ve benzersiz yaratıcısıdır. (Zaman, mekân kaydından ve başkalarına benzeme gibi özelliklerden berî olduğu gibi, kudreti sonsuz, icraatı da eşsiz ve benzersizdir.) Bir işin olmasına hükmettiği zaman ona sadece “Ol!” der, o da hemen oluverir (olma yoluna giriverir). |
116 |
|
بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاِذَا قَضٰٓى اَمْراً فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (Allah’ı tanımayan ve O’nun gönderdiği) ilimden nasibi olmayıp cahilce düşünen ve cahilce bir ömür sürenler, “Ne olur, Allah bizimle konuşsa veya (O’ndan) bize apaçık bir işaret, bir mucize gelse!” diyorlar. Onlardan öncekiler de aynen onların konuştuğu gibi konuşuyorlardı. Kalbleri ne kadar da birbirine benziyor. Oysa Biz, (kalbleri ve kulakları mühürlü, gözleri perdeli olmayan, dolayısıyla sürekli düşünüp araştırarak ve gereğince aklederek) gerçeği tam manâsıyla kavrayıp, ona şüphe duymadan inanacak bir topluluk için (Allah’ı tanıtan, Kur’ân’ın ve Rasûlüllah’ın hak olduğunu ortaya koyan) işaret ve delilleri, Kitabın âyetlerini apaçık ortaya koymuş bulunuyoruz. |
117 |
|
وَقَالَ الَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللّٰهُ اَوْ تَأْت۪ينَٓا اٰيَةٌۜ كَذٰلِكَ قَالَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِثْلَ قَوْلِهِمْۜ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْۜ قَدْ بَيَّنَّا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ (Ey Rasûlüm! Onların söyledikleri kalbini sıkıp seni üzmesin.) Şüphesiz Biz seni hak ve hakikat üzerinde ve hak (bir kitap) la, (iman ve salih amelin karşılığında af, rahmet ve mükâfatımızla) müjdeleyici, (her türlü dalâlet yollarına ve bu yolların sonuçlarına karşı) uyarıcı bir rasûl olarak gönderdik. Sen (vazifeni hakkıyla yapıyorsun, dolayısıyla) o Kızgın, Alevli Ateş’in yârân ve yoldaşlarından mesul tutulacak değilsin. |
118 |
|
اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَش۪يراً وَنَذ۪يراًۙ وَلَا تُسْـَٔلُ عَنْ اَصْحَابِ الْجَح۪يمِ Kendilerine Kitap verdiklerimiz (içinde öyleleri de var ki onlar), Kitabı nasıl okumak, anlamak ve uygulamak gerekiyorsa öyle okuyor, anlıyor ve uyguluyorlar. O zatlar, ona gerçekten ve sürekli tazelenip derinleşen bir imanla inanmaktadırlar. O Kitabı kim de inkâr eder ve içindeki gerçekleri bile bile gizler, tahrif ederse, böyleleri (mutlak manâda) kaybetmiş olanlardır. |
119 |
|
وَلَنْ تَرْضٰى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارٰى حَتّٰى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْۜ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّٰهِ هُوَ الْهُدٰىۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ بَعْدَ الَّذ۪ي جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ Şimdi ey İsrail Oğulları! (İçinizden peygamberler ve melikler çıkarmak, Kitap vermek, Hak Din’e hidayet edip çok geniş topraklar üzerinde büyük bir devlet ve hakimiyet nasip etmek şeklinde) size lütuf buyurduğum nimetimi ve bir zaman size bütün toplulukların üzerinde bir mevki verdiğimi hatırlayın. |
120 |
|
اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلَاوَتِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ يُؤْمِنُونَ بِه۪ۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ۟ Ve takva dairesine girerek öyle bir günden korunmaya çalışın ki, o gün hiç kimse bir başkası adına ödemede bulunamaz, (herkes kendi başının derdine düşüp, kimse başkasının suçunugünahını yüklenemez); kimseden (fidye türünde, azaptan kurtulma karşılığı) herhangi bir şey kabûl edilmez; kimseye (öyle dünyada yaptığınız türde) bir şefaat, aracılık, iltimas ve kayırma fayda vermez ve o gün kimseye herhangi bir yerden yardım da gelmez. |
121 |
|
يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَنّ۪ي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ (Şimdi, Peygamberlik sizde kalmadı, son Peygamber içinizden çıkmadı diye Muhammed’e inanıp tabi olmak istemiyorsunuz. Ama şüphesiz İbrahim’i kabul edersiniz. O halde) hatırlayın ki, İbrahim’i Rabbisi (ateşe atılma, yakını Lût’un kavminin helâki, oğlu İsmail’i kurban etme emri gibi) birtakım ağır yükümlülükler altında çetin imtihanlardan geçirmiş ve İbrahim bunların hepsinde tam manâsıyla muvaffak olmuştu. Rabbisi, “Artık seni bütün insanlara imam yapacağım!” dedi. (İbrahim), “Soyumdan da!” diye dua ve münacatta bulundu. (Rabbisi,) “(Soyun içinde zalim olmayan ve liyakat ortaya koyanları yaparım.) Fakat va’dettiğim böyle bir nimetime zalimler nail olamaz.” buyurdu. |
122 |
|
وَاتَّقُوا يَوْماً لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـٔاً وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ Hani o Evi, (Beytullah diye anılan Kâbe’yi,) insanlar için doğruyu bulma, doğru yöne yönelme, sevaplı bir ziyaret ve bir emniyet sebep ve vasıtası kılmıştık. (Vaktiyle olduğu gibi,) şimdi siz de (ey iman edenler, orada bulunan) İbrahim Makamı’nda namaz kılın, dua edin. İbrahim ve İsmail’den de, “Tavaf edenler, ibadete kapananlar, devamlı rükû ve secdede bulunarak (namaz kılanlar) için Evimi tertemiz tutun!” diye söz almıştık. |
123 |
|
وَاِذِ ابْتَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَاَتَمَّهُنَّۜ قَالَ اِنّ۪ي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ اِمَاماًۜ قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۜ قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِم۪ينَ Bir vakit de İbrahim, “Rabbim, burayı (bu ekin bitmez vadiyi) emniyet merkezi bir belde kıl ve ahalisini, içlerinden Allah’a ve Âhiret Günü’ne iman edenleri (ticaret gibi yollardan) yerin bitirdikleriyle rızıklandır!” diye dua etmişti. (Rabbisi,) şöyle karşılık verdi: “(Rızkı sadece iman edene değil, herkese veririm. Bununla birlikte) kim de (bahşedeceğim emniyet ve rızık karşılığında) nankörlükte bulunur ve gerektiği gibi iman etmezse, onu (dünya hayatında) kısa bir süre geçindirir, fakat sonra Ateş azabını ona mecburî istikamet yaparım. (Dünyadaki bu kısa süreli geçimliğin ardından) ne fena bir âkıbet, ne kötü bir son durak! |
124 |
|
وَاِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَاَمْناًۜ وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ اِبْرٰه۪يمَ مُصَلًّىۜ وَعَهِدْنَٓا اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ اَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّٓائِف۪ينَ وَالْعَاكِف۪ينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ Yine, hani İbrahim, İsmail’le birlikte Ev’i inşaya koyulup temellerini yükseltirken şöyle dua etmişlerdi: “Rabbimiz, bizden bu yaptığımızı kabul buyur. Şüphesiz Sen, Semî’ (her şey gibi, duaları da tam olarak işiten), Alîm (her şey gibi, bizim ne yaptığımızı da tam olarak bilen)sin Sen. |
125 |
|
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اجْعَلْ هٰذَا بَلَداً اٰمِناً وَارْزُقْ اَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ اٰمَنَ مِنْهُمْ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَاُمَتِّعُهُ قَل۪يلاً ثُمَّ اَضْطَرُّهُٓ اِلٰى عَذَابِ النَّارِۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ “Rabbimiz, bizi Sana tam manâsıyla teslim olmuş (Müslüman) kıl ve soyumuzdan da Sana tam teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet var et. Sana nasıl kullukta bulunmamız gerekiyorsa onun yol ve yöntemini, bilhassa Hac’cın nasıl yapılacağını bize göster ve (Sana kullukta yapacağımız hata ve noksanlar karşılığında) tevbelerimizi kabûl, hatalarımızı tashih, noksanlarımızı tekmil buyur. Şüphesiz Sen, Tevvâb (kullarının tevbesine mağfiret ve fazladan mükâfatla karşılık veren)sin, Rahîm (inanmış ve Kendisi’ne yönelmiş kullarına) hususî rahmet ve merhameti pek bol olansın Sen. |
126 |
|
وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ “Rabbimiz, o ümmet içinde bizzat kendilerinden (onların dilini konuşup, hallerini anlayan) bir rasûl çıkar ki, onlara Sen’in (kendisine vahyedeceğin âyetlerini ve kâinatta Sen’i gösteren apaçık delilleri) okusun ve açıklasın; onlara (Sen’in kendisine göndereceğin) Kitabı ve hikmeti (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, ondaki emir ve yasakların manâ ve maksadını, ayrıca eşya ve hadiselerin anlamını) öğretsin ve (zihinlerini yanlış inanç ve kabullerden, kalblerini günahtan, hayatlarını her türlü kirden temizleyerek) onları arındırsın. Şüphesiz Sen, Azîz (mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Hakîm (her hüküm ve işinde pek çok hikmetler bulunan)sın Sen.” |
127 |
|
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَٓا اُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَۖ وَاَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَاۚ اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ Şimdi, İbrahim’in milletinden (inanç, yol ve yaşayış tarzından) kendini beyinsizliğe, cehalet ve boş bir hayatın içine salmış olandan başka kim yüz çevirip de başka yollar aramaya kalkar? Andolsun, dünyada (insanlar içinde) Biz İbrahim’i seçtik ve O’nu tertemiz kıldık. Şüphesiz O, Âhiret’te de elbette (her söz ve işinde kusursuz, bozgunculuktan uzak ve tam istikamet sahibi) salihlerden (olarak muamele görecektir.) |
128 |
|
رَبَّنَا وَابْعَثْ ف۪يهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّ۪يهِمْۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ Rabbisi ona, “Bütün varlığınla teslim ol!” buyurduğu zaman O, “Âlemlerin Rabbi’ne bütün varlığımla teslim oldum.” demiş (ve gerçekten tam teslim olmuştu.) |
129 |
|
وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ اِبْرٰه۪يمَ اِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُۜ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَاۚ وَاِنَّهُ فِي الْاٰخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِح۪ينَ (Âlemlerin Rabbi’ne tam manâsıyla teslimiyeti) İbrahim, oğulları (İsmail ve İshak’la birlikte) Yakub’a da vasiyet buyurdu ve şöyle dedi: “Oğullarım, şüphesiz Allah, (farklı farklı yollar, inanç ve yaşayış sistemleri içinde) sizin için, (razı olduğu ve her türlü şirkten uzak olarak O’na tam teslimi yet esasına dayanan İslâm) Dini’ni seçti. Siz de, (başka hiçbir din aramadan) ancak Müslümanlar olarak can vermeye bakın.” |
130 |
|
اِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُٓ اَسْلِمْۙ قَالَ اَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ (Oysa siz, ey İsrail Oğulları topluluğu, Yakub’un, hem de O’na bağlılık iddiası taşıyan nesli olarak, İslâm’a girmeyi kabul etmiyorsunuz.) Yoksa Yakub’a ölüm hali geldiği vakit oradaydınız da, (O’nun İbrahim’in vasiyetinden başka bir vasiyette bulunduğunu mu iddia ediyorsunuz? Oysa O,) oğullarına şöyle demişti: “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” Oğulları şu cevabı verdiler: “Senin İlâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın İlâhı’na, o tek İlâh’a ibadet ederiz. Biz, O’na tam manâsıyla teslim olmuş (Müslüman)larız.” |
131 |
|
وَوَصّٰى بِهَٓا اِبْرٰه۪يمُ بَن۪يهِ وَيَعْقُوبُۜ يَا بَنِيَّ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰى لَكُمُ الدّ۪ينَ فَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَۜ Onlar, bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. Onların işlediklerinden dolayı siz sorguya çekilecek değilsiniz |
132 |
|
اَمْ كُنْتُمْ شُهَدَٓاءَ اِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُۙ اِذْ قَالَ لِبَن۪يهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْد۪يۜ قَالُوا نَعْبُدُ اِلٰهَكَ وَاِلٰهَ اٰبَٓائِكَ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ اِلٰهاً وَاحِداًۚ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ Bir de, Yahudiler “Yahudi olun”, Hıristiyanlar “Hıristiyan olun ki hidayeti bulasınız!” diyorlar. “Hayır, ancak küfür ve şirkten uzak, dupduru bir Tevhid inancı üzerinde İbrahim Milleti’ne tabi olmakla hidayeti bulabilirsiniz.” de. İbrahim, asla müşriklerden değildi. |
133 |
|
تِلْكَ اُمَّةٌ قَدْ خَلَتْۚ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْۚ وَلَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ (Ey iman edenler, siz de) deyin: “Biz, (hiç şirk koşmadan) Allah’a, bize indirilen (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve O’nun soyundan gelip İsrail kabileleri içinde gönderilen peygamberlere indirilen (Sahifeler)’e, Musa’ya ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil)e ve bütün nebîlere Rabbilerinden verilen (ilim, hikmet ve peygamberliğe) iman ettik. (İman etmede) hiçbirini diğerinden ayırmaz, (hepsine aynı şekilde, aynı derecede iman ederiz). Biz, (ne indirmiş, ne vermişse hepsini kabul ederek) Allah’a tam manâsıyla teslim olmuş (Müslüman) larız.” |
134 |
|
وَقَالُوا كُونُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰى تَهْتَدُواۜ قُلْ بَلْ مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفاًۜ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ (Hidayet iddiasında bulunan o Yahudiler ve Hıristiyanlar) eğer sizin iman ettiğiniz (bu esaslara) aynen sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, o zaman hiç şüphesiz hidayeti bulmuş olurlar. Yok, yüz çeviriyorlarsa, bu takdirde, kuşkusuz (Din’in bir kısmına inanıp bir kısmına inanmama gibi) hem bir ayırıp parçalama, hem de nifak ve tefrika çıkarma içindedirler. Onların (bu her türlü tefrika çıkarma, inkâr ve desiselerine) karşı Allah sana yeter. O, Semî’ (her şeyi hakkıyla şiten) ve Alîm (her şeyi hakkıyla bilen)’dir. |
135 |
|
قُولُٓوا اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَمَٓا اُنْزِلَ اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَمَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰى وَع۪يسٰى وَمَٓا اُو۫تِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْۚ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْۘ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ (Yine deyin ki: “Biz, din adına sonradan çalınmış boyalar gibi birtakım sunî boyalarla değil,) Allah’ın (bütün varlığa vurduğu fıtrî ve silinmez İslâm) boyası(yla boyanmışız ve ona tâlibiz.) Allah’ın boyasından daha güzel boya, Allah’tan daha güzel boya vuran kim vardır? Biz, yalnızca O’na ibadet edenleriz.” |
136 |
|
فَاِنْ اٰمَنُوا بِمِثْلِ مَٓا اٰمَنْتُمْ بِه۪ فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا هُمْ ف۪ي شِقَاقٍۚ فَسَيَكْف۪يكَهُمُ اللّٰهُۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُۜ De ki: “(Sanki O, ancak Hıristiyan veya Yahudi olmakla hidayete ulaşılabilir ve Cennet’e girilebilir demiş gibi) Allah hakkında bizimle münazara ve mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki O, hem bizim Rabbimiz, hem de sizin Rabbinizdir; (bize Din adına hangi esasları indiriyorsa, size de aynı o esasları indirdi. Bununla beraber, eğer siz kendi iddianızda ısrarlı iseniz, bu takdirde) bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız ise size. Biz, bütün inanç ve davranışlarımızda O’nun buyruklarını gözeten ve O’nun rızası peşinde olan (muhlis)leriz. |
137 |
|
صِبْغَةَ اللّٰهِۚ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةًۘ وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ Yoksa siz, (iddialarınıza dayanak olarak) İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve O’ nun soyundan gelip İsrail kabileleri içinde gönderilen peygamberler Yahudi idi veya Hıristiyan’dı mı diyorsunuz? (Onlara) de ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı?” (Onlar da, bunun böyle olmadığını biliyor, fakat kasten gizliyorlar.) Yanında Allah’tan gelmiş bir gerçek var iken, bu gerçeğe apaçık şahitlik yapmayı bırakıp da onu gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah, işleyip durduklarınızdan asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir. |
138 |
|
قُلْ اَتُحَٓاجُّونَنَا فِي اللّٰهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْۚ وَلَـنَٓا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْۚ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَۙ Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. Onların işlediklerinden dolayı siz sorguya çekilecek değilsiniz |
139 |
|
اَمْ تَقُولُونَ اِنَّ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطَ كَانُوا هُوداً اَوْ نَصَارٰىۜ قُلْ ءَاَنْتُمْ اَعْلَمُ اَمِ اللّٰهُۜ وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللّٰهِۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ Halkın içindeki o aklı ermez, bilgisiz münafık) güruhu, “Şunları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden (Kudüs’teki Beyti Makdis’ten) döndüren nedir?” diye söylenecekler. (Ey Rasûlüm,) de ki: “Doğu da, batı da (ve doğusuyla, batısıyla bütün yeryüzü) Allah’ındır (ne tarafa dönmemizi isterse, biz tarafa döneriz.) O, kimi dilerse onu doğru bir yola iletir, yönelmesi gereken yere yönlendirir. |
140 |
|
تِلْكَ اُمَّةٌ قَدْ خَلَتْۚ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْۚ وَلَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ۟ (Ey Muhammed Ümmeti!) İşte, (herkes farklı farklı yönlere yönelir, Sıratı Müstakîm’den sapıp değişik yollara girer, ifrat ve tefrit arasında bocalarken) sizi ortada, tam bir denge üzerinde mutedil bir ümmet yaptık ki, bütün insanlar için hem hakkı gösteren, hem de onların yaptıkları konusunda şahitler olasınız ve o (şanı çok yüce, risaletin zirve temsilcisi) Rasûl de sizin üzerinizde aynı şekilde şahit olsun. Daha önce size (Beyti Makdis’i) kıble yapıp (şimdi de değiştirdik ki), kim gerçekten ve samimi olarak o Rasûl’e tâbidir, kim (işine gelmediği zaman) topukları üzerinde gerisin geriye dönüp gitmektedir ortaya çıkaralım (ve böylece gerçek mü’minlerle, zamanı ve hadiseleri kollayanlar, heva ve heveslerine hizmet edenler ayrışsın). Gerçi bu hâl, böyle bir imtihan ağır ve katlanılması zor bir şeydir, fakat (niyetinde samimi olup da) Allah’ın hidayete ulaştırarak imanda sebat nasip ettiklerine değil. Allah, imanınızı (baştan beri imanda gösterdiğiniz sebatınızı ve bu imanınızın en büyük alâmeti olarak, önceki kıblenize doğru da olsa kıldığınız namazlarınızın hiçbirini) mükâfatsız bırakacak değildir. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı çok şefkat sahibidir; (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî rahmet ve merhameti pek boldur. |
141 |
|
سَيَقُولُ السُّفَـهَٓاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّت۪ي كَانُوا عَلَيْهَاۜ قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُۜ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ (Ey Rasûlüm!) Andolsun, (bir vahiy beklentisi içinde) yüzünü semaya doğru çevirip durduğunu görüyoruz. (Üzülme,) seni razı olacağın kıbleye muhakkak yönelteceğiz. (Artık vakti geldiğine göre,) şimdi Mescid i Haram tarafına yönel! (Ey iman edenler, siz de) nerede bulunursanız bulunun, (ibadetinizde) o tarafa yönelin. (Her ne kadar içlerindeki bilgisiz, aklı ermez münafık güruhu başka türlü söylense de,) önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlar mutlaka bilirler ki, (hükümlerimizde cereyan eden bu türden nesihler ve bu arada, Hz. İbrahim’ le birlikte sonraki pek çok peygamberin ve Âhir Zaman Peygamberi’nin Mescidi Haram tarafını kıble edinmesi kendilerinin verdiği bir karar olmayıp,) gerçekten (o Ehli Kitabın) Rabbilerinden gelmiş bir emirdir. Allah, onların işleyip durduklarından asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir. |
142 |
|
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطاً لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يداًۜ وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِـعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِۜ وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً اِلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ Buna rağmen ve (ey Rasûlüm, karşındaki o inatçı ve gerçeğe kayıtsız) Kitap verilenlere her türden âyet, her türden başka delil de getirsen, onlar yine de senin kıblene tâbi olmazlar. Elbette sen de onların kıblesine tâbi olacak değilsin. Onlar, (kendi içlerinde de müttefik olmadıklarından) birbirlerinin kıblesine de tâbi olmazlar. (Onların bu tavırları ilimden değil, tamamen heva ve heveslerinden kaynaklanan bir tavırdır. Dolayısıyla) artık bu konuda sana gelmiş bulunan kesin bilgiye rağmen onların hevalarına uyarsan, bu takdirde şüphesiz yanlış yapıp kendilerine zulmedenlerden olursun. |
143 |
|
قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَٓاءِۚ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَاۖ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ Önceden kendilerine Kitap verilmiş olanlar, o Rasûl’ü (kıblesinin neresi olacağı dahil, bütün hususiyetleriyle) öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir grup, bu hakikatı bile bile gizlemektedir. |
144 |
|
وَلَئِنْ اَتَيْتَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ اٰيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَۚ وَمَٓا اَنْتَ بِتَابِـعٍ قِبْلَتَهُمْۚ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِـعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ اِنَّكَ اِذاً لَمِنَ الظَّالِم۪ينَۢ (Ey Rasûlüm, kıble emri) Rabbinden gelen hak bir emirdir ve hak, ancak Rabbinden gelendir. Şu halde, (senden) şüpheye düşenlerden olman asla beklenmez. |
145 |
|
اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَٓاءَهُمْۜ وَاِنَّ فَر۪يقاً مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ Her topluluğun yöneldiği bir kıblesi, tuttuğu bir yol, takip ettiği bir hedef vardır. Siz, (kıbleniz, hedefiniz, yolunuz belli ve tam birlik halinde bir ümmet olarak) hayırlarda yarışın ve öne geçmeğe çalışın. Her nerede bulunursanız bulunun Allah, hepinizi (aynı yolda, aynı kıblede birleştirdiği gibi, bir gün) bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir. |
146 |
|
اَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَر۪ينَ۟ Yine, her nereden sefere çıkarsan çık, (ibadet ederken) Mescidi Haram tarafına yönel. Böyle yapman (kıblenin Mescidi Haram tarafı olması), Rabbinden gelen bir gerçek, bir hükümdür. (Ey iman edenler, siz de böyle yapın!) Allah, yapıp ettiklerinizden asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir. |
147 |
|
وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلّ۪يهَا فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِۜ اَيْنَ مَا تَكُونُوا يَأْتِ بِكُمُ اللّٰهُ جَم۪يعاًۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ Her nereden sefere çıkarsan çık, (ibadet ederken) Mescidi Haram tarafına yönel. (Ey iman edenler,) siz de her nerede olursanız olunuz aynı tarafa yönelin ki, insanların aleyhinizde kullanabilecekleri bir delil bulunmasın; –Gerçi, içlerinde hakkı gizleyip, yanlışta ısrar ederek kendilerine zulmedenler, ne yaparsanız yapınız aleyhinizde bulunmaya devam edeceklerdir. Fakat siz, katiyen onlardan korkup endişe etmeyin, ancak Ben’den korkun ve Benim karşımda saygıyla ürperin.– ayrıca, üzerinizdeki (iman ve İslâm) nimetimi tamamlayayım ve böylece tam manâsıyla hidayete ermiş olasınız. |
148 |
|
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَاِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ Nitekim (bu maksatla ve bir zaman İbrahim ve İsmail’in de dua ettikleri üzere,) size kendi içinizden çıkmış bir rasûl gönderdik: size (kendisine vahyettiğimiz) âyetlerimizi okuyor (ve bizzat kendinizi, dış dünyanızı, eşya ve hadiseleri apaçık delillerimiz olarak size anlatıyor; zihinlerinizi yanlış düşünce ve kabullerden, kalblerinizi bâtıl inanç ve günahlardan, hayatınızı her türlü kirden temizleyerek) sizi arındırıyor; size (kendisine indirmekte olduğumuz) Kitabı ve hikmeti (o Kitabı anlama ve tatbik etme yoluyla, ondaki emir ve yasakların manâ ve maksadını, ayrıca eşya ve hadiselerin anlamını) öğretiyor ve size bilmeyip de (öğrenmeniz gereken) ne varsa hepsini öğretiyor. |
149 |
|
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۙ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌۗ اِلَّا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْن۪ي وَلِاُتِمَّ نِعْمَت۪ي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَۙ Öyleyse siz de Beni hiç hatırınızdan çıkarmayın ve lâyık olduğum şekilde anın ki, Ben de sizi unutmayayım ve hep anayım; ayrıca Bana şükredin ve katiyen nankörlükte bulunmayın. |
150 |
|
كَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪يكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّ۪يكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَۜ Ey iman edenler! (Her türlü musibet ve zorluklara karşı) sabırla, (bu arada, çok yönlü sabır gerektiren oruçla) ve namazla yardım isteyiniz. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. |
151 |
|
فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا ل۪ي وَلَا تَكْفُرُونِ۟ Allah yolunda öldürülenler için de “ölüler” demeyin. Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz. |
152 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ Hiç şüphesiz sizi korku, açlık ve maldan, candan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla bir şekilde imtihan ederiz. Müjdele o sabırlıları: |
153 |
|
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ Ki onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Biz Allah’ınız (O’nun mahlûku, O’ nun kulları, O’nun mülküyüz; O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder) ve zaten O’na dönmekteyiz.” der (ve bu inançla, bu şuurla davranırlar). |
154 |
|
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ Onlar öyle kimselerdir ki, Rabbileri dualarını kabûl buyurur, ihtiyaçlarını giderir, günahlarını bağışlar ve (dünyada da Âhiret’te de) kendilerine rahmetle muamelede bulunur. Ve onlar, kâmil manâda hidayete erdirilmiş olanlardır. |
155 |
|
اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ Safa ve Merve, Allah’ın şiarlarından (İslâm’ı ve İslâm toplumunu tanımaya alâmet ve Kendisine ibadete vesile kıldığı eserlerden) dir. Her kim Allah’ın Evi (olan (Kâ’ be’ye) haccetse veya umre yapsa, (farz olan) tavaftan başka (bu iki tepe arasında da) sa’y etmesi gerekir. Kim de, gönlünden koparak (farz olandan başka tavaf, vacip olandan başka sa’y gibi ve daha başka hangi türden olursa olsun) bir hayır işlese, şüphesiz Allah her hayra mutlaka bol bol karşılık verendir, (her yapılanı) hakkıyla bilendir. |
156 |
|
اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ (Allah Rasûlü’nün peygamberliği ve sıfatları gibi, Din’in hakikatleri adına da) indirmiş olduğumuz apaçık gerçekleri ve safi hidayet kaynağı âyet ve delilleri Biz insanlar için Kitap’ta ortaya koyduktan sonra gizleyenler var ya, muhakkak ki Allah onları lânetler (rahmetinden uzaklaştırır) ve onları lânetleyiciler de lânetler (onların rahmetimizden uzak olmaları için dua etme makamında olanlar da, onlar rahmetimizden uzak kalsınlar diye dua ederler). |
157 |
|
اِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَٓائِرِ اللّٰهِۚ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ اَوِ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ اَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَاۜ وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْراًۙ فَاِنَّ اللّٰهَ شَاكِرٌ عَل۪يمٌ Ancak, yaptıklarından pişman olup tevbe edenler, tevbelerinde sebat ile hallerini düzeltenler ve bu gerçekleri, âyetleri ve delilleri açıklayanlar hariç: “Onların tevbelerini kabul buyurur ve kendilerini af ve rahmetime dahil ederim. Ben, Tevvâb (tevbeleri mağfiret ve fazladan mükâfatla kabul buyuran) ve Rahîm (bilhassa Bana içten inanıp yönelen kullarıma merhameti pek bol) olanım.” |
158 |
|
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْتُمُونَ مَٓا اَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدٰى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِۙ اُو۬لٰٓئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللّٰهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَۙ Gerçekleri gizlemekte ısrar ederek küfürlerini ortaya koyan ve neticede kâfir olarak ölenlere gelince: işte onlardır Allah’ın lânetlediği (rahmetinden uzaklaştırıp Cehennem’e müstahak kıldığı) ve rahmetimizden uzak olmaları için meleklerin ve bütün insanların aleyhlerinde dua ettiği kimseler. |
159 |
|
اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا فَاُو۬لٰٓئِكَ اَتُوبُ عَلَيْهِمْۚ وَاَنَا التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ Orada (Cehennem’de) sonsuzca kalacaklardır onlar ve çektikleri azap asla hafifletilmeyeceği gibi, kendilerine göz açtırılmayacak, asla yüzlerine bakılmayacaktır. |
160 |
|
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَع۪ينَۙ (Ey insanlar! O halde küfürden, gerçekleri gizlemekten vazgeçin ve kendinize boşuna bir ma’bud, bir sığınak, bir yardım kaynağı aramayın. Çünkü,) hepinizin ilâhı tek bir İlâh’tır. O’ndan başka ilâh yoktur; Rahmân’dır, Rahîm’dir. |
161 |
|
خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۚ لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ Göklerle yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün uzayıp kısalarak birbiri peşisıra gelmesinde, denizde insanların faydasına ve onlara yarayacak yüklerle akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de onunla ölümünden sonra yeri dirilttiği ve içinde her türden canlıyı geliştirip yaydığı suda, rüzgârları (tür, esiş yönü, esiş şekli gibi pek çok açıdan) değiştirip durmasında, evirip çevirmesinde ve gökle yer arasında emrine hazır duran bulutlarda akledip anlayan bir topluluk için elbette (O’nun tek bir ilâh, yegâne ma’bud ve sığınak, yegâne yardımcı olduğuna dair) çeşit çeşit deliller, alâmetler vardır. |
162 |
|
وَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّح۪يمُ۟ Buna rağmen, insanlar içinde öylesi vardır ki, (yegâne ilâh ve ma’bud olan) Allah’tan başkasını Allah’a denkler tutar, tıpkı Allah’ı severcesine onları severler. İman edenlere gelince: onların Allah’a olan sevgileri çok daha kuvvetlidir. (Allah’a şirk koşma gibi en büyük) zulmü işleyenler, azabı gördükleri zaman (bilecekleri gerçeği) bir görseler ki, bütün kuvvet Allah’ındır ve Allah, azabı çok çetin olandır. |
163 |
|
اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ İşte o zaman, (şirkin, küfrün dünyada iken Allah sever gibi sevilen ve) peşlerinden gidilen (önder)leri, peşlerinden gelenlerden (“Bunlarla alâkamız yoktu!” diyerek) uzaklaşmış, hepsi de azabı görmüş ve aralarındaki her türlü bağlar kesilmiştir. |
164 |
|
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ Bu halde iken, (inkârcı liderlerin) peşlerinden gidenler, “Keşke bizim için dünyaya bir dönüş olsa da şunların şimdi bizden uzaklaştığı gibi biz de onlardan uzak dursak!” derler. İşte, dünyada iken yaptıklarını Allah kendilerine gösterir de, böyle pişmanlık üstüne pişmanlık duyarlar. Onlar, Ateş’ ten asla çıkacak değillerdir. |
165 |
|
اِذْ تَبَرَّاَ الَّذ۪ينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا وَرَاَوُا الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْاَسْبَابُ Şu halde ey insanlar! (Allah ne emrediyorsa ona uyun. O, sizi yeryüzüne yerleştirdi. Madem öyle,) yerdeki yiyeceklerden helâl ve tabiaten pak ve sağlığa zararsız olmak şartıyla yiyin. (O liderleri de, onlara uyanları da iğfal eden) şeytanın adımları ardınca gitmeyin. Şüphesiz ki o, sizin için apaçık bir düşmandır. |
166 |
|
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا لَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّاَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُ۫ا مِنَّاۜ كَذٰلِكَ يُر۪يهِمُ اللّٰهُ اَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْۜ وَمَا هُمْ بِخَارِج۪ينَ مِنَ النَّارِ۟ O, ısrarla size hep kötülüğü, çirkin işleri ve yüz kızartıcı fiilleri, bir de Allah hakkında bilmediğiniz hususları konuşup yaymanızı emreder. |
167 |
|
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْاَرْضِ حَـلَالاً طَـيِّباًۘ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ (Şeytan’ın izinde giden) kimselere, “Allah’ın indirdiği (Kur’ân’a) tâbi olun!” dendiği zaman, “Hayır, bilakis biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (âdet, görenek ve inançlarımıza) tâbi oluruz.” derler. Ataları, hiçbir şeye aklı ermiyor ve hiçbir şekilde doğru yol üzerinde değildiyseler de mi?! |
168 |
|
اِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّٓوءِ وَالْفَحْشَٓاءِ وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (Allah’ın daveti karşısındaki tavırları itibariyle) küfredenlerin misali, kendilerini çağıran (çoban)la, kendilerine söyleneni bağırıp çağırma gibi duyup, ondan hiçbir şey anlamayan sürünün misali gibidir: Sağırdırlar, (hiçbir şey duymadıkları için) dilsizdirler– konuşamazlar, kördürler. Bu bakımdan, hiçbir şeye akılları ermez. |
169 |
|
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ قَالُوا بَلْ نَـتَّبِـعُ مَٓا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَاۜ اَوَلَوْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْـٔاً وَلَا يَهْتَدُونَ Ey iman edenler! (O küfredenlerin yiyecek ve içecekler konusunda uydurdukları kaidelere, kendiliklerinden koydukları yasaklara aldırmayın;) size rızık olarak her ne vermişsek onların temiz, hoş, sağlığa zararsız ve helâlmeşrû olanlarından yiyin ve karşılığında, eğer yalnızca O’na ibadet ediyor ve (O’ndan başka ma’bud tanımıyorsanız,) Allah’a şükredin. |
170 |
|
وَمَثَلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذ۪ي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءًۜ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ Allah size ancak, (kesilmesi mümkün iken kesilmeden veya kesilme yerine geçmeyecek herhangi bir sebeple) ölen hayvanı, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası için kesilen (hayvanın etini) haram kıldı. Bununla birlikte, kim yemediği takdirde ölecek derecede mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak kaydıyla bunlardan da yemesinde günah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır. |
171 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ Allah’ın indirdiği Kitap’taki gerçekleri ve hükümleri açıklamayıp gizleyenler ve onları (para, mal, şöhret, mevki gibi, Âhiret kazancına nazaran) pek az bir fiyata değişenler, hiç şüphesiz böyleleri, karınlarında ateşten başka bir şey yememektedirler. (Af ve merhamet dilenmek için Allah ile konuşmaya en çok muhtaç olacakları) Kıyamet Günü’nde Allah onlarla konuşmayacak, (günahlarını affetmeyerek) onları temizlemeyecek, temize çıkarmayacaktır ve çok acıklı bir azap vardır onlar için. |
172 |
|
اِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْز۪يرِ وَمَٓا اُهِلَّ بِه۪ لِغَيْرِ اللّٰهِۚ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ Öyleleri, hidayete bedel dalâleti, bağışlanmaya bedel azabı satın alanlardır. Ateşe karşı ne de sabırlılar! |
173 |
|
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْتُمُونَ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِه۪ ثَمَناً قَل۪يلاًۙ اُو۬لٰٓئِكَ مَا يَأْكُلُونَ ف۪ي بُطُونِهِمْ اِلَّا النَّارَ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ Şundan ki, hiç şüphesiz Allah Kitabı gerçeğin ta kendisi olarak, inişi esnasında kendisine hiçbir bâtıl yol bulamayacak tarzda ve hak bir gaye için indirdi. Böyle iken o Kitap hakkında (onun bir kısmına inanıp bir kısmına inanmama, İlâhî kitaplardan kimisini kabul edip kimisini kabul etmeme gibi yollarla) ihtilâfa düşenler, elbette haktan, hakikatten, sevaptan çok uzakta ve dolayısıyla parça parçadırlar. |
174 |
|
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِۚ فَمَٓا اَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ Kâmil iyilik ve gerçek fazilet, yüzlerinizi (şu veya bu tarafa,) doğuya veya batıya çevirmeniz değildir. Kâmil iyilik ve gerçek fazilet: Allah’a, Âhiret Günü’ne, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden, (helâlinden kazandığı) malı ona olan sevgisine rağmen (Allah rızası için) yakınlara, yetimlere, yeterli geçimlikten gerçekten mahrum düşkünlere, yolda kalmışa, mecbur kalıp (borç veya sadaka olarak) isteyenlere ve esirlerle kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması için veren, namazı bütün şartlarına riayet ederek vaktinde ve aksatmadan kılan ve zekâtı tastamam ödeyen kimsenin; bir de (bilhassa toplum halinde) bağlandıkları ahidlerini yerine getiren ve zorluk, darlık, sıkıntı, hastalık ve savaş ânında sabredenler( in, bu şekilde âdeta mücessem iman, infak, namaz kılma, zekât ödeme, ahde vefa ve sabır timsali olanların yaptıklarıdır, halleri) dir. İşte (kâmil iyilik, gerçek fazilet sahibi) bu kimselerdir ki, doğrudan şaşmazlar ve (sözlerinde, imanlarında ve Müslümanlıklarında) tam sadıktırlar. Ve onlardır Allah’a karşı tam bir saygı ile günahlardan kaçıp, her türlü vazifelerini hakkıyla yerine getirenler. |
175 |
|
ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اخْتَلَفُوا فِي الْكِتَابِ لَف۪ي شِقَاقٍ بَع۪يدٍ۟ Ey iman edenler! Haksız yere öldürmelerde üzerinize kısas farz kılındı – (can karşılığı can:) hür karşılığı hür, köle karşılığı köle, kadın karşılığı kadın. Ama her kim mü’min kardeşinden (öldürdüğü kimsenin vârislerinden biri, birkaçı ve hepsinden) bir affa nail olursa, artık affeden taraf (diyet veya karşılıksız aftan) hangisi üzerinde anlaşılmışsa ona güzellikle uysun, diğer taraf da ödemesi gereken ne ise onu karşı tarafın gönlünü tam yapacak şekilde ödesin. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve hususî bir rahmettir. Bundan sonra kim bu hükümlere riayet etmeyerek aşırı giderse, onun için pek acıklı bir azap vardır. |
176 |
|
لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّ۪نَۚ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪ ذَوِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِ وَالسَّٓائِل۪ينَ وَفِي الرِّقَابِۚ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَۚ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُواۚ وَالصَّابِر۪ينَ فِي الْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَح۪ينَ الْبَأْسِۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُواۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ Sizin için kısasta hayat vardır, (anlarsanız) ey gerçek akıl ve idrak sahipleri! (Bunu idrak ve bu konuda Allah’ın emrini uygulamakla) ümit edilir ki takva dairesine ve dolayısıyla fertler ve toplum olarak Allah’ın koruması altına girebilirsiniz. |
177 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلٰىۜ اَلْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالْاُنْثٰى بِالْاُنْثٰىۜ فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ اَخ۪يهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَاَدَٓاءٌ اِلَيْهِ بِاِحْسَانٍۜ ذٰلِكَ تَخْف۪يفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌۜ فَمَنِ اعْتَدٰى بَعْدَ ذٰلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ اَل۪يمٌ İçinizden birine artık ölümün gelmekte olduğu anlaşılır da, o kişi arkada (çok sayılabilecek) bir mal bırakıyorsa, ebeveyni ve en yakın akrabası için uygun ve meşrû tarzda vasiyette bulunması üzerinize farz kılındı. Bu vasiyeti yapmak ve arkada kalanların onu yerine getirmesi, takva en önemli hususiyeti olan gerçek mü’minler için bir vazifedir. |
178 |
|
وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيٰوةٌ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Kim bu vasiyeti işittikten sonra değiştirir (de vasiyet gerektiği şekilde uygulanmazsa), bunun getireceği büyük günah onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. |
179 |
|
كُتِبَ عَلَيْكُمْ اِذَا حَضَرَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ اِنْ تَرَكَ خَيْراًۚ اَلْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَ بِالْمَعْرُوفِۚ حَقاًّ عَلَى الْمُتَّق۪ينَۜ Kim de vasiyette bulunanın, (kanunî mirasçıya veya akrabasını hiç düşünmeden yabancıya vasiyette bulunmak, vârislere kalması gereken miktara dokunacak derecede vasiyet yapmak gibi) herhangi bir şekilde bilerek veya bilmeyerek hak ve adaletten sapmasından (veya sapmış olmasından) haklı bir endişe duyar da, hak ve adalet üzere tarafların arasını ıslah için vasiyette değişikliğe giderse, bu takdirde onun üzerine bir günah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır. |
180 |
|
فَمَنْ بَدَّلَهُ بَعْدَ مَا سَمِعَهُ فَاِنَّمَٓا اِثْمُهُ عَلَى الَّذ۪ينَ يُبَدِّلُونَهُۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۜ Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, (nefsinizin gayrı meşrû ve aşırı arzularına karşı) Allah’ın koruması altına girip takvaya ulaşabilesiniz. |
181 |
|
فَمَنْ خَافَ مِنْ مُوصٍ جَنَفاً اَوْ اِثْماً فَاَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ Oruç, sayılı ve belli günlerdedir. İçinizden her kim bu günler içinde (onu tutamayacak derecede) hasta olur veya sefere çıkmış bulunursa, tutamadığı oruçlarını başka günlerde tutar. Şu kadar ki, bir daha hiç tutamayacak derecede hasta, yaşlı veya takatsiz olanların (veya öyle intiba verenlerin), oruç başına fidye olarak muhtaç bir fakiri bir gün (iki öğün) doyurmaları (veya karşılığında para vermeleri) gerekir. Kim de hayrına olarak bu miktarı artırır veya bilahare oruca gücü yetecek olur da ayrıca orucu tutarsa, bu onun için daha hayırlıdır. Katlanabileceğiniz hallerde zor da olsa oruç tutmanız hakkınızda daha hayırlıdır, eğer (orucun kadrini) biliyorsanız. |
182 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ Ramazan ayı ki, insanlar için dupduru bir hidayet kaynağı, ayrıca apaçık hidayet delilleri ve hakkı bâtıldan ayıran ölçüler olarak Kur’ân o ayda indirildi. Artık sizden kim bu aya çıkarsa onu oruçla geçirsin. Şu kadar ki, her kim oruç tutamayacak derecede hasta veya seferde olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Allah, sizin için kolaylık diler; O, sizin için zorluk dilemez. Artık tutamadığınız günleri tutarak sayıyı tamamlar ve sizi hidayet buyurmasına mukabil Allah’ı yegâne büyük olarak tanıyıp bu tanımanın gereğini yerine getirir (Ramazanınızı oruçla ve Kur’ân’la geçirir) ve böylece umulur ki şükredersiniz. |
183 |
|
اَيَّاماً مَعْدُودَاتٍۜ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَر۪يضاً اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ وَعَلَى الَّذ۪ينَ يُط۪يقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْك۪ينٍۜ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْراً فَهُوَ خَيْرٌ لَهُۜ وَاَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (Ey Rasûlüm,) kullarım sana Ben’den sorduklarında, (bilsinler ki) Ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına cevap veririm. Onlar da Benim çağrıma müsbet cevap versin ve Bana hakkıyla iman etsinler ki, zihnen ve ruhen kemâle ulaşma yoluna girmiş olsunlar. |
184 |
|
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضاً اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar, sizin için (sizi bürüyen, günahlardan alıkoyan, dinlendiren ve güzelleştiren) bir elbise (mesabesinde) dir; siz de onlar için aynı şekilde bir elbise (mesabesinde)siniz. Allah, nefsinize emniyet edemeyeceğinizi, (vicdanınızda yasak saydığınız bir davranıştan ötürü) kendi kendinize ihanet etmekte olduğunuzu bildiğinden size merhametle yöneldi ve (oruç geceleri için) yasak koymayarak, sizi muhtemel günahlardan korudu. O gecelerde artık onlarla beşerî münasebette bulunabilir ve Allah’ın sizin için takdir buyurduğu (nesli) arzu ve talep edebilirsiniz; ayrıca, yiyin için, fakat şafağın beyaz ipliğini (gecenin) siyah ipliğinden seçinceye (tan yerinin beyaz bir iplik gibi ağardığını görünceye) kadar. Sonra da, (gelen günde) güneş batıp gece girinceye değin orucu tam tutun. Şu kadar ki, mescitlerde itikafta iken kadınlarla beşerî münasebette bulunmayın. Bunlar, Allah’ın (çizmiş olduğu) sınırlardır, onlara sakın yaklaşmayın. Allah, âyetlerini insanlar için böyle apaçık beyan ediyor ki, takva dairesine girip günahtan ve neticesi olan azaptan korunsunlar. |
185 |
|
وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ (Oruç gibi, nefsinize hakim olmanızı sağlayacak ibadetleri yerine getirmekle birlikte, meşrû dairede yiyin için, fakat) mallarınızı aranızda (hırsızlık, gasp, yolsuzluk, hıyanet, faiz, kumar benzeri) bâtıl yollarla yemeyin; bir de onları, size ait olmayan bir şeyi üzerinize geçirmek veya halkın mallarından bir kısmını bile bile günah yollarla yemek için, (rüşvetle) mevki ve makam sahiplerine aktarmayın. |
186 |
|
اُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ اِلٰى نِسَٓائِكُمْۜ هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَاَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّۜ عَلِمَ اللّٰهُ اَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ اَنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْۚ فَالْـٰٔنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْۖ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْاَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْاَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِۖ ثُمَّ اَتِمُّوا الصِّيَامَ اِلَى الَّيْلِۚ وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ وَاَنْتُمْ عَاكِفُونَۙ فِي الْمَسَاجِدِۜ تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَقْرَبُوهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ اٰيَاتِه۪ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ (Ey Rasûlüm,) sana (Ramazan ayı münasebetiyle) hilâllerden soruyorlar. De ki: “Onlar, insanlara vakitleri, bir de Hac zamanlarını bildirir.” (Kâinat hadiselerini birtakım bâtıl inanışlara göre değerlendirmeyin; ayrıca onların sizi ilgilendiren yanlarına bakın. Kur’ân’ı bir yıldızname, Rasûlüllah’ı bir müneccim gibi düşünüp, sorular sormayın.) Çünkü gerçek fazilet, evlere arkalarından girmeniz değildir; gerçek fazilet, (hakkıyla inanıp, imanın gereklerini yerine getirerek, bütün gücüyle) takvalı olmaya çalışan(ın hali)dir. O halde, evlere kapılarından girin, (her konuyu kaynağından araştırın ve kime ne sorulacağını, kiminle nasıl münasebette bulunulacağını bilerek davranın). Emir ve yasaklarına tam ittiba ile Allah’ın korumasına girin ki, gerçek mazhariyete, muradınıza ve gerçek kurtuluşa erebilesiniz. |
187 |
|
وَلَا تَأْكُلُٓوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُوا بِهَٓا اِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُوا فَر۪يقاً مِنْ اَمْوَالِ النَّاسِ بِالْاِثْمِ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ۟ Sizinle fiilen savaşanlarla Allah yolunda (O’nun adını yüceltmek için) savaşın, fakat (Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyerek) haddi aşmayın. Şüphesiz ki Allah, haddi aşanları sevmez. |
188 |
|
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِۜ قُلْ هِيَ مَوَاق۪يتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّۜ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقٰىۚ وَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ اَبْوَابِهَاۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ O (sizinle savaşa)nları (savaş halinde iken) bulduğunuz yerde öldürün ve onları sizi çıkardıkları yerden çıkarın (ülkenizi onlardan kurtarın). (Her ne kadar savaş sizin için istenmeyen bir şey ise de,) fitne (küfür ve şirkin hakimiyetinin meydana getirdiği zulüm, kaos ve baskı ortamı) savaştan, insan öldürmeden daha beter bir durumdur. Mescidi Haram çevresinde sizinle savaşmadıkları sürece siz de orada onlarla savaşmayın; eğer onlar orada size karşı savaşırlarsa bu takdirde öldürün onları. Böyledir (kural ve anlaşma tanımaz) kâfirlerin cezası. |
189 |
|
وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ الَّذ۪ينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُواۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah günahları çok bağışlayandır; (tevbe ile Kendisine yönelenlere karşı) hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır. |
190 |
|
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَاَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِۚ وَلَا تُقَاتِلُوهُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتّٰى يُقَاتِلُوكُمْ ف۪يهِۚ فَاِنْ قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْۜ كَذٰلِكَ جَزَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ Fitne ortadan kalkıp da Hak Din, mevkiini alıncaya ve din Allah’a hasredilinceye kadar onlarla savaşın. Eğer (fitneden ve düşmanlıklarından) vazgeçerlerse, zaten zalimlerden başkasına karşı (savaş için) düşmanlık beslenmez. |
191 |
|
فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ (Kendinde savaşılması yasak olan) Haram (Hürmetli) Ay, Haram Ay’a bedeldir ve bütün kıymet ve değerler karşılıklıdır. Şu halde, her kim size saldırır (ve değerlerinizi ihlâl ederse), siz de ona (aşırı gitmeden) aynen size saldırdığı şekilde mukabelede bulunun. Her durumda Allah’tan, O’nun emirlerine karşı gelmekten, çizdiği sınırlara riayet etmemekten sakının ve bilin ki Allah, müttakîlerle beraberdir. |
192 |
|
وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ لِلّٰهِۜ فَاِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِم۪ينَ (Varlığınızı devam ettirmek için gerekli mukabeleler, harp ve savunma, masrafsız olmaz. Öyleyse her neye sahipseniz ondan) Allah yolunda infakta bulunun ve (bu gereken infakı yapmayarak) kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Her ne yaparsanız, Allah’ı görürcesine, en azından, Allah’ın neyi nasıl yaptığınızı gördüğünün şuuru içinde ve mümkün olan en güzel şekilde yapın. Şüphesiz Allah, her yaptıklarını Allah’ın gördüğünün şuuru içinde ve mümkün olan en güzel şekilde yapanları sever. |
193 |
|
اَلشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌۜ فَمَنِ اعْتَدٰى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدٰى عَلَيْكُمْۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ Hac’cı ve Umre’yi Allah için tamamlayın. Fakat ihrama girdikten sonra mecburî herhangi bir sebeple tamamlayamamışsanız, bu takdirde (en azı bir koyun veya keçi olmak üzere) kolayınıza gelen kurbanlığı (Haremi Şerif’e) gönderin. Kurban, yerine varıp da kesilmeden önce (ihramdan çıkmak için) başlarınızı tıraş etmeyiniz. Bununla birlikte, kim (tıraşa muhtaç olacak derecede) hastalanır veya başında eziyet veren bir hâl bulunur da (vaktinden önce başını tıraş ederse), fidye olarak ya oruç tutsun, ya sadaka versin veya kurban kessin. (Hac’cı ve Umre’yi tamamlamaya manî sebep ortadan kalkar veya böyle bir sebep hiç bulunmaz da) emniyet ve genişlik içinde olursanız, bu takdirde kim Umre ile Hac’cı birlikte yaparsa, kurbanlıklardan kolayına geleni kessin. Kim de kesecek kurbanlık bulamazsa, onun üç gün Hac’da, yedi gün de Hac’dan döndüğünüzde oruç tutması gerekir ki, tamamı on gün oruçtur. Bu hüküm, Mescidi Haram çevresinde oturmayıp (dışarıdan gelen ve Mekke’ye ihramsız girmeleri caiz olmayanlar) içindir. (Bilhassa Hac’cın hükümlerini yerine getirmede) Allah’tan, O’nun emirlerine ve yasaklarına riayetsizlikten sakının ve bilin ki Allah, cezalandırması pek çetin olandır. |
194 |
|
وَاَنْفِقُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا تُلْقُوا بِاَيْد۪يكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِۚۛ وَاَحْسِنُواۚۛ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ Hac, (öteden beri halka) malûm olan aylarda yapılır. Kim o aylarda hacca niyet ve teşebbüs ederse, artık Hac boyunca ne eşler arasında münasebete izin vardır, ne şer’î hudutlardan çıkmaya ve ne de tartışma ve sürtüşmeye. (Bunlara riayetten başka,) gücünüzün yettiği her ne türden bir hayır işler, (Hac’da başkalarına yardımda bulunursanız,) Allah onu mutlaka bilir. (Başkalarına yük olmamak için Hac süresince gerekli) bütün azığınızı tedarik edin; bu arada (bilin ki) azığın en hayırlısı takvadır. Öyleyse, (Âhiret azığınız olarak) Ben’den sakınıp takva dairesi içine girin (ve Hac gibi, bütün ibadetlerinizi tam bir dikkatle yerine getirin), ey gerçek akıl ve idrak sahipleri! |
195 |
|
وَاَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّٰهِۜ فَاِنْ اُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِۚ وَلَا تَحْلِقُوا رُؤُ۫سَكُمْ حَتّٰى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُۜ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَر۪يضاً اَوْ بِه۪ٓ اَذًى مِنْ رَأْسِه۪ فَفِدْيَةٌ مِنْ صِيَامٍ اَوْ صَدَقَةٍ اَوْ نُسُكٍۚ فَاِذَٓا اَمِنْتُمْ۠ فَمَنْ تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ اِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِۚ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلٰثَةِ اَيَّامٍ فِي الْحَجِّ وَسَبْعَةٍ اِذَا رَجَعْتُمْۜ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌۜ ذٰلِكَ لِمَنْ لَمْ يَكُنْ اَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ۟ (Başka zamanlarda olduğu gibi, Hac sırasında da) Rabbinizin fazl u kereminden (kazanç) talep etmenizde bir beis yoktur. (Fakat kazanç talebine dalıp da Hac menasikini ihmal etmeyin.) (Vakfeden sonra) Arafat’tan sel gibi boşanıp aktığınızda Meş’ar i Haram civarında (Müzdelife’de) Allah’ı zikredin. O, nasıl sizi hidayete erdirmişse, (bunun idrak ve şuuru içinde) O’nu öyle zikredin. (Düşünün ki,) O sizi hidayet etmeden önce imandan, ibadetten habersiz, yanlış yollarda, ne yaptığını bilmez şaşkınlar güruhu idiniz. |
196 |
|
اَلْحَجُّ اَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌۚ فَمَنْ فَرَضَ ف۪يهِنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّٰهُۜ وَتَزَوَّدُوا فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوٰىۘ وَاتَّقُونِ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْبَابِ (Başkalarından üstünlük iddiası içinde kendinizi insanlardan ayırıp da, Arafat’a çıkmadan Müzdelife’de beklemeye durmayın.) Herkesin sel gibi boşanıp aktığı yerden siz de boşanıp akın ve (şimdiye kadar gösterdiğiniz muhalefetten ve yaptığınız hatalardan dolayı) Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah, günahları çok bağışlayan, (bilhassa mü’minlere karşı) hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır. |
197 |
|
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَبْتَغُوا فَضْلاً مِنْ رَبِّكُمْۜ فَاِذَٓا اَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ عِنْدَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِۖ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدٰيكُمْۚ وَاِنْ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلِه۪ لَمِنَ الضَّٓالّ۪ينَ Artık, Hac’cın yerine getirilmesi gereken hükümlerini bu şekilde yerine getirdikten sonra (Mina’da, onlarda gördüğünüz ve sizce övülmeye değer hasletleriyle İslâm’ dan önce) atalarınızı andığınız gibi, hattâ çok daha fazla ve daha içten, daha kuvvetle Allah’ı anın. Ne var ki, insanların içinde (yalnızca dünya hayatını düşünen ve) “Rabbimiz, bize vereceğini dünyada ver!” diyen, dolayısıyla Âhiret’te hiçbir nasibi olmayanlar vardır. |
198 |
|
ثُمَّ اَف۪يضُوا مِنْ حَيْثُ اَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ Buna karşılık, onların içinde “Rabbimiz, bize dünyada da (Sen’in yanında) iyi ve güzel her ne ise onu, Âhiret’te de (yine Sen’in yanında) iyi ve güzel olan ne ise onu ver ve bizi Ateş’in azabından koru!” diye dua edenler de vardır. |
199 |
|
فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَذِكْرِكُمْ اٰبَٓاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ ذِكْراًۜ فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ Bu her iki kısım insanlar, neyi talep etmişler ve o istikamette ne yapmışlarsa, her birinin nasibi kendi kazandığındandır. Allah, hesabı pek çabuk görendir. |
200 |
|
وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ (Arafe ve Kurban bayramı günleri dahil, takip eden) sayılı (teşrik tekbiri) günlerinde Allah’ı zikredin (tekbir getirin). Kim acelesi olur ve iki gün içinde (cemreleri –şeytan taşlamayı– yerine getirip dönerse) üzerine bir günah yoktur; kim de, (taşlamayı bitirmeyi üçüncü güne) tehir ederse, yine üzerine günah yoktur – ancak, İlâhî ahkâmı yerine getirmede titiz davranan ve takva üzere hareket eden için. Siz, Allah’a itaatta hep titiz davranın, takva dairesi içinde kalın ve bilin ki, şüphesiz O’na dönüp, huzurunda toplanacaksınız. |
201 |
|
اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ نَص۪يبٌ مِمَّا كَسَبُواۜ وَاللّٰهُ سَر۪يعُ الْحِسَابِ İnsanlar içinde bazıları vardır ki, dünya işleriyle ilgili sözleri hoşuna gider (– dünya işlerini bilir izlenimi verir, fakat kalkar) kalbindeki (yalanlarına) Allah’ı şahit tutar. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır. |
202 |
|
وَاذْكُرُوا اللّٰهَ ف۪ٓي اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍۜ فَمَنْ تَعَجَّلَ ف۪ي يَوْمَيْنِ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۚ وَمَنْ تَاَخَّرَ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۙ لِمَنِ اتَّقٰىۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ Arkasını dönüp gittiğinde (veya) bir işin başına geçtiğinde yerin içini dışını fesada vermek ve (insan hayatının dayandığı) kaynakları ve nesilleri mahvetmek için yeryüzünde koşturur durur. Oysa Allah, bozgunculuğu asla sevmez. |
203 |
|
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا ف۪ي قَلْبِه۪ۙ وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَامِ Ona “Allah’tan kork ve koyduğu yoldan yürü!” dendiği zaman bu, damarına dokunur da onu daha büyük günaha sokar. Böylesine Cehennem yeter; gerçekten ne fena yataktır o! |
204 |
|
وَاِذَا تَوَلّٰى سَعٰى فِي الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ ف۪يهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ Ama insanlar arasında öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanma ve rızasının nerede yattığını bulma uğrunda hayatını ve varlığını ortaya koyar. Allah, kullar(ın)a çok acıyandır (ve bu sebeple onları daima hayra ve takvaya çağırır). |
205 |
|
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْاِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُۜ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ Ey iman edenler! Aranızda herhangi bir ayrılığa düşmeden, Allah’a tam bir teslimiyet içinde hep birlikte sulh ü selâmete girin ve şeytanın adımları ardınca gitmeyin. Çünkü o sizin için, (hem Allah ile hem de birbirinizle aranızı açmaya çalışan ve bu maksatla gerçek dışı fakat parlak va’dlerde bulunan) apaçık bir düşmandır. |
206 |
|
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ Size gerçeği gösteren apaçık deliller geldikten sonra (Allah’a teslimiyetle aranızda sulh ü selâmeti gerçekleştirmede kusur edip) ayaklarınız kayarsa, bilin ki Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır. |
207 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَٓافَّةًۖ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ (Allah’a tam teslimiyetle sulh ü selâmete girmede geri duranlar,) Allah’ın (helâk emrinin) buluttan gölgelikler içinde melekler vasıtasıyla kendilerine ulaşıp işin bitirilivermesini mi bekliyorlar? Bütün işler neticede varıp Allah’ta biter ve O neye hükmederse o olur. |
208 |
|
فَاِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ Sor İsrail Oğulları’na: Onlara apaçık ve gerçeği gün gibi gösteren ne kadar çok delil takdim ettik (de, bunları dikkate aldıklarında ne oldu, onlara aykırı gittikleri ne zaman ne oldu)? Kim Allah’ın nimeti kendisine geldikten sonra onu değiştirir, (hidayeti dalâlete çevirerek iç dünyasında değişirse,) şüphesiz Allah, cezalandırması pek çetin olandır. |
209 |
|
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَأْتِيَهُمُ اللّٰهُ ف۪ي ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَقُضِيَ الْاَمْرُۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟ Küfredenlere dünya hayatı süslü ve cazip gösterildi; onlar, iman edip (bu hayata rağbet göstermeyenlerle) alay ederler. Oysa imanlarını takva ile süsleyen mü’minler, Kıyamet Günü onların üstünde (cennetlerde, onlar ise altta Cehennem’dedirler). Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. |
210 |
|
سَلْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ كَمْ اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ اٰيَةٍ بَيِّنَةٍۜ وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُ فَاِنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ İnsanlar, başlangıçta (rızık ve benzeri hususlarda ayrılığa düşmemiş, kavgasıznizasız) tek bir ümmet idi. (Derken ihtilâfa düştüler) ve Allah, (iman ve salih amelin karşılığında af, rahmet ve mükâfatımızla) müjdeleyici, (her türlü dalâlet yollarına ve bu yolların sonuçlarına karşı) uyarıcılar olarak peygamberleri gönderdi; beraberlerinde de, ihtilâf ettikleri konularda insanlar arasında hükmetmesi için kendisi bizatihî hak olan ve inişi esnasında da kendisine bâtılın asla yol bulamadığı Kitabı indirdi. O Kitap hakkında, ancak kendilerine o Kitabın verildiği topluluklar, hem de onlara apaçık deliller, gerçeği gün gibi gösteren âyetler geldikten sonra aralarındaki haset ve rekabetin yol açtığı tecavüzler sebebiyle ihtilâfa düştüler. Allah, hak mevzuunda ihtilâf ettikleri hususlarda, (şu zamanda Rasulûmüze ve Kur’ân’a) iman edenlerin önünü açtı ve izniyle onları hidayete erdirdi. Allah, dilediğini dosdoğru bir yola hidayet eder. |
211 |
|
زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۢ وَالَّذ۪ينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ (Bu tarihî sürecin ortaya koyduğu gerçek dururken,) sizden önce geçenlerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle sıkıntı ve mihnetler, öyle çetin zaruretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, başlarında bulunan rasûl ve beraberindeki iman edenler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek hale geldiler. Bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır. |
212 |
|
كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّ۪نَ مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۖ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ ف۪يمَا اخْتَلَفُوا ف۪يهِۜ وَمَا اخْتَلَفَ ف۪يهِ اِلَّا الَّذ۪ينَ اُو۫تُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْياً بَيْنَهُمْۚ فَهَدَى اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا ف۪يهِ مِنَ الْحَقِّ بِاِذْنِه۪ۜ وَاللّٰهُ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: “Her ne tür maldan (farz veya nafile olarak) ne infak ederseniz, önce annebaba, sonra en yakın akraba ve daha sonra da muhtaç yetimler, yeterli geçimlikten gerçekten mahrum düşkünler ve yolda kalmışlar içindir. Hayır adına her ne işlerseniz, muhakkak ki Allah onu hakkıyla bilendir. |
213 |
|
اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ Hoşunuza gitmese de, savaş size farz kılındı. Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama, o şey ise hakkınızda şerlidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. |
214 |
|
يَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَۜ قُلْ مَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَ وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ Sana Haram Ay’dan ve onda savaşmaktan soruyorlar. De ki: “O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat (insanları) Allah’ın yolundan alıkoymak, bile bile O’nu, O’nunla ilgili hakikatleri inkâr etmek, (mü’minleri) Mescidi Haram’dan uzak tutmak ve onun ehlini ve ahalisini oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük günahtır. (Her zaman için) fitne, savaştan, insan öldürmekten daha ağır bir durum ve daha büyük bir vebaldir. O (müşrik kâfirler), güçleri yeterse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmayacaklardır. İçinizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, öylelerinin bütün amelleri dünyada da Âhiret’te de heder olup gitmiştir. Onlar, Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdırlar; orada sonsuzca kalacaklardır. |
215 |
|
كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـٔاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـٔاً وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ۟ Buna karşılık, iman edenler ve (gerektiğinde) Allah yolunda hicret ve cihad edenler, onlar ise, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah, (kullarının günahlarını) pek çok bağışlayandır, (bilhassa mü’minlere hususî) rahmet ve merhameti pek bol olandır. |
216 |
|
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ ف۪يهِۜ قُلْ قِتَالٌ ف۪يهِ كَب۪يرٌۜ وَصَدٌّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِه۪ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِه۪ مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِۚ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِۜ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّٰى يَرُدُّوكُمْ عَنْ د۪ينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُواۜ وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَـالِدُونَ Sana (sarhoşluk veren) içkilerle, (her türlü) kumar (veya şans oyunların)dan soruyorlar. De ki: “Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla birlikte insanlar için birtakım menfaatler de vardır; fakat onlardaki günah ve zarar, menfaatlerinden daha büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: (Bakmaya mükellef bulunduğunuz kişilerin nafakasından) arta kalanı. Allah size âyetleri böyle açıklıyor ki, sistemli ve etraflıca düşünesiniz, |
217 |
|
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ اُو۬لٰٓئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ Dünya ve Âhiret (hayatı ve gerçekleri) hakkında. Sana yetimler konusunda (nasıl davranacaklarını) da soruyorlar. De ki: “(Mallarını kullanmada haksızlık yaparım endişesiyle onları sahiplenmeyi bırakmaktansa,) onların iyiliği neyi gerektiriyorsa onu yapmak daha hayırlıdır. Eğer onları içinize alır ve onlarla birlikte olursanız, onlar zaten dinde kardeşlerinizdir; (kardeşliğin gereği de, kardeşlerin ıslah ve faydası için çalışmaktır). Allah, kimin bozguncu ve karıştırıcı, kimin de ıslah edici olduğunu bilir. Eğer Allah dilemiş olsaydı işinizi sarpa sardırır, onu altından kalkamayacağınız yükümlülüklerle zorlaştırırdı. Şüphesiz Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır. |
218 |
|
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِۜ قُلْ ف۪يهِمَٓا اِثْمٌ كَب۪يرٌ وَمَنَافِـعُ لِلنَّاسِۘ وَاِثْمُهُمَٓا اَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَاۜ وَيَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَۜ قُلِ الْعَفْوَۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَۙ İman etmedikçe müşrik kadınları nikâhınıza almayın. İman etmiş bir cariye, bir hizmetçi kadın, (güzelliği, malı, mevkii ve soyu itibariyle) hoşunuza da gitse müşrik bir kadından daha hayırlıdır. (Kadınlarınızı da,) iman etmedikçe müşrik erkeklerle nikâhlamayın. (Yine malı, mevkii ve soyu itibariyle) hoşunuza da gitse, müşrik (hür) bir erkekten mü’min bir köle, bir hizmetçi daha hayırlıdır. O (müşrik erkek ve kadınlar) Ateş’e çağırırlar; Allah ise, sizi izniyle Cennet’e ve günahlarınızın bağışlanmasına çağırır. O, âyetlerini insanlar için açıklıyor ki, düşünsünler, müzakere etsinler ve gerekli öğüdü alsınlar. |
219 |
|
فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْيَتَامٰىۜ قُلْ اِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌۜ وَاِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَاِخْوَانُكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَاَعْنَتَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ Sana hayız halinden de soruyorlar. De ki: “O, başkasında tiksinti uyarabilecek bileşimi değişmiş bir kan salgısıdır. Bu sebeple, hayız döneminde (hayız mahallerine mahsus olmak üzere) kadınlardan çekilin ve o hal bitinceye kadar onlara yaklaşmayın. O hal bitip de temizlendikleri zaman, Allah’ın (aranızdaki münasebet için) koyduğu kanunlar çerçevesinde ve belirlediği yoldan onlara varabilirsiniz. Şüphesiz ki Allah, (günahlardan kaçınmakla beraber, beşerî bir sürçme ile günaha düşmelerinin ardından) tam bir pişmanlıkla tevbe edip, tevbelerinde sebat gösterenlerle, (her türlü günah kirinden) temizlenip paklananları sever. |
220 |
|
وَلَا تَنْكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتّٰى يُؤْمِنَّۜ وَلَاَمَةٌ مُؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكَةٍ وَلَوْ اَعْجَبَتْكُمْۚ وَلَا تُنْكِحُوا الْمُشْرِك۪ينَ حَتّٰى يُؤْمِنُواۜ وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكٍ وَلَوْ اَعْجَبَكُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ يَدْعُونَ اِلَى النَّارِۚ وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِاِذْنِه۪ۚ وَيُبَيِّنُ اٰيَاتِه۪ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ۟ Kadınlarınız sizin ekinliğinizdir, (onlara temiz tohum bırakır ve hasılat olarak nesil elde edersiniz;) o halde ekinliğinize dilediğiniz zamanda dilediğiniz biçimde varınız ve kendiniz için (ileriye dönük, geliri hiç tükenmeyecek hasılat) göndermeye çalışınız. (Her hususta olduğu gibi, kadınlarla münasebetinizde ve nesil yetiştirme konusunda da) Allah’a isyandan, O’nun koyduğu hükümlere riayetsizlikten sakınınız. Bilin ki, mutlaka O’nun huzuruna çıkacaksınız. (O’nun huzurunda görecekleri muameleden dolayı) mü’minleri müjdele. |
221 |
|
وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْمَح۪يضِۜ قُلْ هُوَ اَذًىۙ فَاعْتَزِلُوا النِّسَٓاءَ فِي الْمَح۪يضِۙ وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتّٰى يَطْهُرْنَۚ فَاِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ اَمَرَكُمُ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ (Allah adına yemin edip durmayın ve) yemin ettiğinizde de Allah’ı yeminlerinize siper edip, onlarda duracaksınız diye iyi ve faziletli işlerden, takva dairesinde davranmaya çalışmaktan ve insanların arasını ıslah etmekten geri kalmayın. Allah, (her ne söylerseniz) hakkıyla işitendir; (her yaptığınızı ve niçin yaptığınızı) hakkıyla bilendir. |
222 |
|
نِسَٓاؤُ۬كُمْ حَرْثٌ لَكُمْۖ فَأْتُوا حَرْثَكُمْ اَنّٰى شِئْتُمْۘ وَقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ مُلَاقُوهُۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ Allah, kasdî olmayan, yalan yere yapılmayan ve çok farkında olmadan dilinizden dökülüveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz; fakat kalblerinizin (yalan, kasıt ve niyet sebebiyle) kazandıklarından dolayı sorumlu tutar. Allah, (kullarını) çok bağışlayandır, (kullarının hataları karşısında) çok sabırlı, çok müsamahalıdır. |
223 |
|
وَلَا تَجْعَلُوا اللّٰهَ عُرْضَةً لِاَيْمَانِكُمْ اَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ Kadınlarına yaklaşmama yemini (i’lâ) edenler için dört ay mühlet vardır. Eğer bu süre içinde (kefaretle) i’lâdan vazgeçip yaklaşırlarsa, şüphesiz ki Allah (kullarını) çok bağışlayandır, (bilhassa mü’minlere karşı hususî) rahmet ve merhameti pek bol olandır. |
224 |
|
لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللّٰهُ بِاللَّغْوِ ف۪ٓي اَيْمَانِكُمْ وَلٰكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ حَل۪يمٌ Eğer (süre dolar da) boşanmaya karar verirlerse, Allah (her ne söylerseniz) çok iyi işitendir; (ne söyleyip ne yaptığınızı ve niçin yaptığınızı) çok iyi bilendir; (dolayısıyla bunun şuurunda olarak davranın.) |
225 |
|
لِلَّذ۪ينَ يُؤْلُونَ مِنْ نِسَٓائِهِمْ تَرَبُّصُ اَرْبَعَةِ اَشْهُرٍۚ فَاِنْ فَٓاؤُ۫ فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ Boşanmış kadınlar, kendilerini tutup üç âdet (süresi) beklerler. Eğer Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah’ın yarattığını (hayz halini veya hamileliği) gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. Bu süre içinde kocaları şayet barışmak isterlerse, onları tekrar almaya başkalarından daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde Allah’ın koyduğu fıtrat kanunları ve toplum tarafından Din’e zıt olmamak üzere kabul edilmiş örf çerçevesinde yerine getirilmesi gereken hakları vardır. Bununla birlikte erkekler, (vazife ve sorumluluklarına mukabil) kadınlar üzerinde fazladan bir derece sahibidirler. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır. |
226 |
|
وَاِنْ عَزَمُوا الطَّـلَاقَ فَاِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ Boşama iki defadır. Her birinin sonunda, ya erkek hanımını (Din’in, örfün emrettiği) güzellikle tutar veya daha öte bir güzellikle ve gönlünü alarak salar. Boşanma durumunda, (nikâh sırasında mehir ve daha sonra mal olarak) kadınlara verdiğinizden herhangi bir şeyi geri almanız helâl değildir –meğerki eşler, evliliğin devamıyla Allah’ın çizdiği sınırlara riayet etmekten endişeye düşüp (başka şartlarda ayrılmak için aralarında anlaşmış bulunsunlar). Eğer eşlerin, (geçimsizlik veya birbirlerini sevememeleri sebebiyle) Allah’ın koyduğu sınırlara riayet edemeyip (gayrı meşrû yollara sapmalarından) endişe duyarsanız, bu durumda kadının ayrılmak için kocasına (mehri iade etmesi veya daha başka) mal vermesinde, (kocasının da onu almasında) üzerlerine günah yoktur. Bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır, sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, böyleleri düpedüz zalimlerdir. |
227 |
|
وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ ثَلٰثَةَ قُرُٓوءٍۜ وَلَا يَحِلُّ لَهُنَّ اَنْ يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّٰهُ ف۪ٓي اَرْحَامِهِنَّ اِنْ كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ وَبُعُولَتُهُنَّ اَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ اِنْ اَرَادُٓوا اِصْلَاحاًۜ وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذ۪ي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِۖ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟ Eğer erkek, (iki defa boşayıp döndükten sonra hanımını üçüncü defa) boşarsa, o kadın (gönlüyle) bir başka erkeği nikah edip (başka kocaya varıp, ondan da boşanmadan) artık bir daha kendisine helâl olmaz. Eğer (sonradan vardığı koca) onu boşayacak olursa bu takdirde, (kadın ile ilk kocası anlaşıp geçinebileceklerine ve bir arada bulundukları sürece) Allah’ın koyduğu sınırlara riayetle (gayrı meşrû yollara teşebbüs etmeyeceklerine) kanaat getirirlerse, birbirlerine dönmelerinde üzerlerine bir günah yoktur. Bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır ki, (Allah) onları (sebep, hikmet ve faydalarıyla anlamaya çalışan ve) bilen bir topluluk için açıklıyor. |
228 |
|
اَلطَّـلَاقُ مَرَّتَانِۖ فَاِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ اَوْ تَسْر۪يحٌ بِاِحْسَانٍۜ وَلَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَأْخُذُوا مِمَّٓا اٰتَيْتُمُوهُنَّ شَيْـٔاً اِلَّٓا اَنْ يَخَافَٓا اَلَّا يُق۪يمَا حُدُودَ اللّٰهِۜ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا يُق۪يمَا حُدُودَ اللّٰهِۙ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا ف۪يمَا افْتَدَتْ بِه۪ۜ تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَعْتَدُوهَاۚ وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ Eğer kadınları boşar ve onlar da bunun neticesinde beklemeleri gereken süreyi doldururlarsa, ya onları güzellikle ve iyi muameleyle tutun veya yine güzellik ve iyi muameleyle salıverin. Onları şu veya bu şekilde haklarına tecavüz etmek maksadıyla zararlarına olarak tutmayın. Kim böyle yaparsa, (kazandığı günah ve üzerine aldığı haktan dolayı) bizzat kendine zulmetmiş olur. Allah’ın âyetlerini, koyduğu hükümleri hafife almayın, onlarla oynamayın; bilakis, Allah’ın üzerinizdeki (bilhassa iman, islâm ve hidayet) nimetini, Kitap’tan ve hikmetten üzerinize indirip bununla size yaptığı nasihat ve irşadı hatırdan çıkarmayın. Allah’a isyandan sakınıp takva dairesine girmeye çalışın ve bilin ki Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. |
229 |
|
فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا تَحِلُّ لَهُ مِنْ بَعْدُ حَتّٰى تَنْكِحَ زَوْجاً غَيْرَهُۜ فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَٓا اَنْ يَتَرَاجَعَٓا اِنْ ظَـنَّٓا اَنْ يُق۪يمَا حُدُودَ اللّٰهِۜ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ Kadınları boşar ve onlar da beklemeleri gereken süreyi doldururlarsa, (ey hakimler ve iki tarafın velîleri,) bu boşanmış kadınların meşrû ve uygun şartlarda aralarında anlaştıkları takdirde önceki eşleriyle, (ve siz ey onların önceki eşleri, öyle tercih etmeleri durumunda) bir başkasıyla nikâhlanmalarını engellemek için onlara baskı yapmayın. İçinizden Allah’a ve Âhiret Günü’ne gerçekten inanmış olanlara verilen bir öğüt, onların uymaları gereken bir kaidedir bu. Böyle davranmanız, sizin için çok daha nezihtir; her türlü leke ve ayıptan uzak, daha temiz ve daha paktır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. |
230 |
|
وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَٓاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَاَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ اَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍۖ وَلَا تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَاراً لِتَعْتَدُواۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُۜ وَلَا تَتَّخِذُٓوا اٰيَاتِ اللّٰهِ هُزُواًۘ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَمَٓا اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُـكُمْ بِه۪ۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟ (Boşanmış olsun, nikâh altında bulunsun,) bütün anneler, babanın sürenin tamamlanmasını istemesi durumunda (Allah’ın hükmü gereği) çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Bu süre içinde geçim standardına, temel meşrû ihtiyaçlara ve toplumda Din’e ters olmayan genel kabullere göre annelerin yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak babanın görevidir. Hiç kimse takatının üstünde bir görevle yükümlü tutulamaz. Ne anne çocuğundan dolayı, ne de baba çocuğundan dolayı zarar görmelidir. (Emzirme süresi içinde baba ölürse, annenin bakımı, babanın) vârisi (olarak çocuğa ve diğer vârislerine) kalan maldan sağlanır. Anne ve baba, aralarında görüşüp anlaşarak çocuğu iki yıl tamamlanmadan sütten kesmek isterlerse üzerlerine bir vebal yoktur. Şayet çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz, (ey babalar,) vereceğiniz ücreti toplumda geçerli ölçülere göre ve karşı tarafı incitmeden ödemek şartı ile, bunda da üzerinize bir vebal yoktur. (Her meselede olduğu gibi, bu meselede de) Allah’a karşı gelmekten sakınıp takva dairesi içinde hareket etmeye çalışın ve bilin ki Allah, yaptığınız her şeyi çok iyi görmektedir. |
231 |
|
وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَٓاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا تَعْضُلُوهُنَّ اَنْ يَنْكِحْنَ اَزْوَاجَهُنَّ اِذَا تَرَاضَوْا بَيْنَهُمْ بِالْمَعْرُوفِۜ ذٰلِكَ يُوعَظُ بِه۪ مَنْ كَانَ مِنْكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ ذٰلِكُمْ اَزْكٰى لَكُمْ وَاَطْهَرُۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ İçinizden vefat eden erkeklerin geriye bıraktıkları eşleri, kendilerini tutup dört ay on gün beklerler; (bu süre içinde yeniden evlenmeye yeltenmez, kendilerini evlilik için takdim edici davranışlarda bulunmazlar). Sürelerini doldurduklarında, kendi haklarında meşrû sınırlar çerçevesinde verecekleri karardan ve ortaya koyacakları davranışlardan dolayı sizin için bir vebal söz konusu değildir. Allah, her ne yaparsanız, hepsinden hakkıyla haberdardır. |
232 |
|
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ اَرَادَ اَنْ يُـتِمَّ الرَّضَاعَةَۜ وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِۜ لَا تُكَلَّفُ نَفْسٌ اِلَّا وُسْعَهَاۚ لَا تُضَٓارَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلَا مَوْلُودٌ لَهُ بِوَلَدِه۪ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذٰلِكَۚ فَاِنْ اَرَادَا فِصَالاً عَنْ تَرَاضٍ مِنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَاۜ وَاِنْ اَرَدْتُمْ اَنْ تَسْتَرْضِعُٓوا اَوْلَادَكُمْ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِذَا سَلَّمْتُمْ مَٓا اٰتَيْتُمْ بِالْمَعْرُوفِۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ Bu hanımlarla evlenmeyi düşünüyorsanız, (bekleme süreleri içinde de olsa) bunu onlara çıtlatmanızda veya gönlünüzde tutmanızda bir beis yoktur. Allah biliyor ki, siz onları hatırınızdan geçireceksiniz; fakat günah olmayacak bir sözle bunu hissettirmeniz dışında, (süre bitmeden) onlarla gizlice sözleşmeyin ve sürenin bitimine kadar onlarla nikâh akdi yapmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzden geçeni de bilmektedir; öyleyse yasakladığı bir işe girişmekten sakının. Yine bilin ki Allah, şüphesiz çok bağışlayandır, kullarının hataları karşısında çok sabırlı, çok müsamahalıdır. |
233 |
|
وَالَّذ۪ينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاً يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ اَرْبَعَةَ اَشْهُرٍ وَعَشْراًۚ فَاِذَا بَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪يمَا فَعَلْنَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ (Kendileriyle nikâh akdi yaptığınız,) fakat daha henüz kendilerine el sürmediğiniz veya borç olarak bir mehir belirlemediğiniz kadınları boşamanızda üzerinize bir vebal yoktur. Fakat onlara (manevî tazminat olarak) bir geçimlik (para, elbise vb.) verin. Halivakti yerinde olan kendi kudretince, darlık içinde bulunan da gücü yettiğince toplumda genel kabul ve ölçülere uygun bir geçimlik versin. Bu, Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendisini görüp gözettiğinin şuuru içinde davranıp, iyiliği şiar edinenler üzerine bir borçtur; (size düşen de böyle olmak, böyle davranmaktır). |
234 |
|
وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪يمَا عَرَّضْتُمْ بِه۪ مِنْ خِطْبَةِ النِّسَٓاءِ اَوْ اَكْنَنْتُمْ ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ عَلِمَ اللّٰهُ اَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلٰكِنْ لَا تُوَاعِدُوهُنَّ سِراًّ اِلَّٓا اَنْ تَقُولُوا قَوْلاً مَعْرُوفاًۜ وَلَا تَعْزِمُوا عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتّٰى يَبْلُغَ الْكِتَابُ اَجَلَهُۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ حَل۪يمٌ۟ (Kendileriyle nikâh akdi yaptığınız) kadınları, daha henüz onlara el sürmeden, fakat borç olan mehri belirledikten sonra boşarsanız, bu takdirde mehrin yarısını vermeniz gerekir. Ancak o kadınlar gözütok davranırlar da istemezlerse vermeyebilir veya nikâh akdi elinde bulunan koca cömertçe davranırsa, (o mehrin yarısını değil de) tamamını verebilir. (Ey erkekler,) sizin cimrilik yapmayıp mihrin tamamını vermeniz takvaya daha yakındır. Aranızda mürüvveti ve lütufkâr davranmayı unutmayın. Şüphesiz ki Allah, yaptınız her şeyi çok iyi görmektedir. |
235 |
|
لَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ طَلَّقْتُمُ النِّسَٓاءَ مَا لَمْ تَمَسُّوهُنَّ اَوْ تَفْرِضُوا لَهُنَّ فَر۪يضَةًۚ وَمَتِّعُوهُنَّۚ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدَرُهُۚ مَتَـاعاً بِالْمَعْرُوفِۚ حَقاًّ عَلَى الْمُحْسِن۪ينَ Namazları ve bu arada bilhassa Orta Namaz’ı vaktinde, eksiksiz olarak ve dikkatlice kılın. Allah için kalkın ve (O’nun huzurunda) boyun büküp divan durun. |
236 |
|
وَاِنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَر۪يضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ اِلَّٓا اَنْ يَعْفُونَ اَوْ يَعْفُوَا الَّذ۪ي بِيَدِه۪ عُقْدَةُ النِّكَاحِۜ وَاَنْ تَعْفُٓوا اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۜ وَلَا تَنْسَوُا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ Sizi korkuya sevkeden bir durum başgösterir de (namazı bütün rükünleriyle bir yerde sabit halde eda edemeyecek olursanız), bu takdirde yaya veya binek üzerinde, her ne durumda iseniz öyle kılın. Fakat emniyet ve selâmete çıktığınızda, siz hiçbir şey bilmez bir halde iken Allah size (bilhassa namazın nasıl kılınacağı konusunda) bilmediklerinizi nasıl öğretmişse, Allah’ı bunu nazara alarak zikredin; (namazlarınızı bütün farzları, vacipleri, sünnetleri, hattâ müstehaplarıyla tam olarak kılın.) |
237 |
|
حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلٰوةِ الْوُسْطٰى وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِت۪ينَ İçinizden kendilerine ölüm gelip de geriye eş bırakacak olanlar, o eşlerinin bir yıl süreyle evden çıkarılmayıp geçimlerinin sağlanmasını şart koşacak şekilde vasiyette bulunsunlar. Fakat o eşler (bekleme süreleri olan dört ay on gün geçtikten sonra) kendiliklerinden çıkacak olurlarsa, bu durumda meşrû surette yapacakları şahsî davranışlarından dolayı üzerinize herhangi bir vebal yoktur. Allah, mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır. |
238 |
|
فَاِنْ خِفْتُمْ فَرِجَـالاً اَوْ رُكْبَـاناًۚ فَاِذَٓا اَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ Boşanmış kadınlar için de münasip miktar ve tarzda verilmesi gereken bir geçimlik vardır ki, (boşandıktan sonra bekleme süresini içine alan bu geçimliği) vermek müttakîler üzerine bir borçtur; (takva hedefiniz olarak, bunu vermeniz gerekir.) |
239 |
|
وَالَّذ۪ينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاًۚ وَصِيَّةً لِاَزْوَاجِهِمْ مَتَاعاً اِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ اِخْرَاجٍۚ فَاِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪ي مَا فَعَلْنَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ Allah, âyetlerini sizin için böyle açıklıyor ki, akledip onlardaki hikmetleri anlayasınız ve gereğince davranasınız. |
240 |
|
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِۜ حَقاًّ عَلَى الْمُتَّق۪ينَ Bakmaz mısın, binlerce oldukları halde, (sanki ölümden kaçmak mümkünmüş ve gittikleri yerde ölüm yokmuş gibi) ölüm korkusuyla öz diyarlarını terk edip gidenlere! Allah, onlara “Ölün!” dedi; sonra da onlara hayat verdi. Doğrusu Allah, insanlara karşı çok lütufkârdır, fakat insanların çoğu şükretmez. |
241 |
|
كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ۟ (Ölüm korkusuyla hareket etmeyin ve) Allah yolunda savaşın; bilin ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. |
242 |
|
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِۖ فَقَالَ لَهُمُ اللّٰهُ مُوتُوا ثُمَّ اَحْيَاهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ Hani kim var, Allah’a (O’nun rızası uğruna ve O’nun yolunda cihad için sarfedilmek üzere veya muhtaçlara infakta bulunarak) güzel bir borç versin de, Allah onu kat kat arttırsın! Allah, (geçimliğinizi ve iç dünyanızı, bazen olur) sıkar daraltır, (bazen olur) açar genişletir; ve sonuçta O’na döndürülürsünüz. |
243 |
|
وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ Bakmaz mısın, Musa’dan sonra İsrail Oğulları ileri gelenlerinin haline! Kendileri için seçilip gönderilmiş olan bir peygambere, “Başımıza bir hükümdar tayin et de, Allah yolunda savaşalım!” diye müracaatta bulundular. (O Peygamber,) şöyle cevap verdi: “Ya savaş üzerinize farz kılınır da, savaşmazsanız?” Onlar, “Allah yolunda neden savaşmayacakmışız ki, memleketimizden sürülüp çıkarıldık ve çolukçocuğumuzdan edildik!” dediler. Ne vakit ki savaşmak kendilerine farz kılındı, o zaman içlerinden pek azı müstesna, hemen dönüverdiler. Allah, o zalimleri çok iyi bilmektedir. |
244 |
|
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُٓ اَضْعَافاً كَـث۪يرَةًۜ وَاللّٰهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُۣطُۖ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ Peygamberleri, onlara dedi: “Allah, size hükümdar olarak Talût’u tayin buyurdu.” Hemen (itiraz edip), “(Bizden olmayan ve bir melik ailesinden gelmeyen) o kişi bize nasıl hükümdarlık yapabilir ki, (içimizden melikler çıkarmış olan) biz (İsrail Oğulları kabilesi) hükümdarlığa ondan daha çok lâyıkız; kaldı ki, kendisine verilmiş öyle fazla bir serveti de yok.” dediler. Peygamber, şöyle cevap verdi: “Allah, onu seçip size tercih buyurdu ve ona (hükümdarlık için gerekli) geniş ilimle birlikte (iktidarını yürütebileceği) sağlam bir yapı bahşetti. Allah, hükümdarlığı kime dilerse ona verir. Allah, (meşiet ve kudretiyle her şeyi) kuşatandır; (kimin neye niçin lâyık olduğunu ve olmadığını) hakkıyla bilendir. |
245 |
|
اَلَمْ تَرَ اِلَى الْمَلَأِ مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ مِنْ بَعْدِ مُوسٰىۢ اِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكاً نُقَاتِلْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ اَلَّا تُقَاتِلُواۜ قَالُوا وَمَا لَـنَٓا اَلَّا نُقَاتِلَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَقَدْ اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَٓائِنَاۜ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا اِلَّا قَل۪يلاً مِنْهُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ Peygamberleri, devamla şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alâmeti, size içinde Rabbinizden bir sekine (iç huzur ve güven kaynağı) ile birlikte Musa ve Harun’un manevî mirasından bir bakıyenin bulunduğu ve meleklerce taşınan sandığın gelmesidir. Eğer gerçekten mü’min iseniz, bunda sizin için şüphesiz bir delil, bir işaret vardır. |
246 |
|
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّٰهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاًۜ قَالُٓوا اَنّٰى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِۜ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِۜ وَاللّٰهُ يُؤْت۪ي مُلْكَهُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ Nihayet Talût ordusuyla birlikte hareket etti ve (askerine hitaben şöyle) dedi: “Allah, sizi bir nehirle imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir; kim de ondan hiç tatmazsa, işte o bendendir; şu kadar ki, eliyle bir avuç dolusu alan da (kınanmayacaktır).” İçlerinden pek azı hariç, hepsi o nehirden içti. Derken Talût, evet O ve beraberinde bulunup (sudan hiç içmeyen ve pek az içen) mü’minler nehri geçince, (nehirden az da olsa tatmış bulunanlar), “Bugün Calut ve ordusuna karşı savaşacak takatımız yok!” dediler. Buna karşılık, kendilerini her an Allah’ın huzurundaymış gibi hisseden ve O’na kavuşacaklarına kesin inancı olanlar ise, “Nice küçük topluluklar vardır ki, Allah’ın izniyle çok büyük topluluklara galip gelmiştir!” diyerek, (inanç ve düşüncelerini dile getirdiler). Allah, sabredenlerle beraberdir. |
247 |
|
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اٰيَةَ مُلْكِه۪ٓ اَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ ف۪يهِ سَك۪ينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ اٰلُ مُوسٰى وَاٰلُ هٰرُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلٰٓئِكَةُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ۟ Derken Calut ve ordusu karşısında harp meydanında mevzilenip, (tam bir iman ve teslimiyetle Allah’a yalvararak, şöyle) dediler: “Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır; ayaklarımızı kaydırmayıp sabit tut ve kâfirler güruhuna karşı bize nusret ve zafer bahşet!” |
248 |
|
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِۙ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ مُبْتَل۪يكُمْ بِنَهَرٍۚ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنّ۪يۚ وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَاِنَّهُ مِنّ۪ٓي اِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِه۪ۚ فَشَرِبُوا مِنْهُ اِلَّا قَل۪يلاً مِنْهُمْۜ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۙ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ۜ قَالَ الَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ Çok geçmedi, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud, Calut’u öldürdü ve Allah, O’na hükümdarlık ve hikmet verdi; ayrıca O’na dilediği pek çok şey öğretti. Eğer Allah’ın (bu şekilde) insanların bazısını bazısıyla def etmesi olmasaydı, hiç şüphesiz yer fesada uğrar ve yaşanılmaz hale gelirdi. Lâkin Allah, bütün varlıklara çok büyük bir lütuf ve inayet sahibidir. |
249 |
|
وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ قَالُوا رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَۜ Bütün bunlar, Allah’ın (vahyettiği) âyetleri, (isim ve sıfatlarıyla O’nu gösteren) delil ve işaretler olup, onları haklarında hiçbir şüpheye mahal bulunmayan birer gerçek olarak sana okuyoruz. Çünkü sen şüphesiz, hiç şüphesiz (vahye mazhar ve Kitap’la) gönderilenlerdensin. |
250 |
|
فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِۙ وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُۜ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُوفَضْلٍ عَلَى الْعَالَم۪ينَ O (gönderilen) rasûller ki, (bazı yönlerden) kimisini kimisine üstün kıldık. İçlerinde kendisiyle Allah’ın (bir perde gerisinden) konuştuğu vardır; kimisini de Allah, derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya ise (rasûl olduğunu gösteren ve mesajını ispat eden) apaçık deliller verdik ve onu Rûhu’lKudüs’le destekleyip güçlendirdik. Eğer Allah dilemiş (ve insanlara irade vermeyip, onları mecbur bırakmış olsaydı), o rasûllerin arkasından gelenler, kendilerine apaçık deliller, gerçeği gün gibi gösteren âyetler gelmesine rağmen birbirleriyle savaşmazlardı. Ne var ki, aralarında anlaşmazlığa düştüler; içlerinde iman eden de vardır, küfür içinde olan da. Eğer Allah dilemiş (ve onlara irade vermeyip kendilerini belli bir davranış şekline mecbur bırakmış olsaydı), aralarında savaşmazlardı. Fakat Allah, ne dilerse onu yapar. |
251 |
|
تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۜ وَاِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَ Ey iman edenler! Ne herhangi türde bir alışverişin, ne kendisinden yardım umulan bir dostluğun ve ne de şu veya bu şekilde bir kayırma ve aracılığın söz konusu olacağı bir gün gelmeden önce, size rızık olarak (mal, güç, bilgi, zekâ…) her ne vermişsek ondan infak edin. Kâfirler, (gerçeği göremeyen, bakış açıları ve ölçüleri yanlış, yaptıklarıyla içlerini de etraflarını da karartan ve dolayısıyla öncelikle kendilerine zulmeden) zalimlerin ta kendileridir. |
252 |
|
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۢ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍۜ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُر۪يدُ۟ Allah: yoktur O’ndan başka ilâh. Hayy (ezelîebedî mutlak hayat sahibi)dir, Kayyûm (varlığı hem kendinden, hem de kendi kendine kaim olan)dır. Ne gaflet ve uyuklama basar O’nu, ne de uyku. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Kim vardır ki, O’nun huzurunda O’nun izni olmadan bir başkası için şefaatte bulunabilsin? Yarattıklarının önündekini arkasındakini, geçmişlerini geleceklerini, bildiklerini ve bilmediklerini bilir; onlar ise, O’nun İlmi’nden dilediğinin ötesinde hiçbir şeyi kavrayamazlar. (Mutlak hüküm ve hakimiyetinin tecelligâhı olan) Kürsüsü, gökleri ve yeri tamamen kuşatmıştır; gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na asla ağır gelmez. Ve Aliyy (mutlak yüce olan)dır O ve (Azîm (mutlak azamet sahibi). |
253 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ ف۪يهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌۜ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ Dinde zorlama olmaz: doğru eğriden, hak bâtıldan seçilip ayrılmıştır. Artık kim tağutu (sahte ilâhları ve Allah’a isyanla başka yollar, başka dinler icat ederek insanları bunlara itaate zorlayan bâtıl güçleri) ret ve inkâr edip, (yegâne İlâh, Rab ve Ma’bud olarak) Allah’a iman ederse, hiç şüphesiz en sağlam, kopması mümkün olmayan kulpa yapışmıştır. Allah, (her sözü) hakkıyla işitendir; (niyetleriniz dahil, her şeyi) hakkıyla bilendir. |
254 |
|
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ Allah, iman edenlerin velîsi (işlerini Kendisine havale etmeleri ve her bakımdan güvenmeleri gereken dostu, yardımcısı ve koruyucusudur); onları daima her türlü (zihnî, manevî, içtimaî, iktisadî ve siyasî) karanlıklardan nûra çıkarır (ve nurlarını arttırır). Küfredenlere gelince, onlara velîlik yapanlar tağuttur, onları nurdan her türlü karanlığa çıkarırlar. Onlar, Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdırlar, orada sonsuzca kalacaklardır. |
255 |
|
لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ Bakmaz mısın, Allah’ın kendisine verdiği mülk ve hükümdarlıkla (şımarıp), İbrahim’le Rabbisi hakkında tartışmaya girişene! İbrahim, “Rabbim O’dur ki, hayat verir ve hayatı alır.” dedi; diğeri, “Ben de hayat verir ve alırım!” karşılığını verdi. Bunun üzerine İbrahim, “Muhakkak ki Allah, güneşi doğudan getirir, haydi sen onu batıdan getir!” deyince, o kâfir ne diyeceğini bilemez bir halde donup kaldı. Allah, (böylesi) zalimler güruhuna hidayet vermez, onları emellerine ulaştırmaz. |
256 |
|
اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ الطَّاغُوتُۙ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ Veya, (Allah’ın hayat verme, onu alma ve ölüleri diriltmesine bir başka harikulade delil olarak) o kimsenin hali gibi ki, altı üstüne gelmiş ıpıssız bir beldeye uğramıştı da, (Allah’ın kudret tecellilerinin büyüklüğü karşısında duyduğu hayret ve hayranlığını ifade sadedinde,) “Allah, böylesine bir yok oluştan sonra bu beldeyi ve ahalisini acaba nasıl diriltir!” demişti. Bunun üzerine Allah, (gündüzün ilk vakitlerinde onun canını aldı da,) kendisini tam yüz yıl ölü halde tuttu ve sonra da (gündüzün bitiş saatlerine doğru) dirilterek, “(Burada) ne kadar süre kaldın?” diye sordu. O kişi, “Bir gün veya daha az.” cevabını verdi. Allah buyurdu: “Hayır, tam yüz yıl kaldın. Böyle iken bak yiyeceğine ve içeceğine, hiç bozulmamışlar. Ama bir de merkebine bak. Bütün bunlar, seni insanlara bir âyet (onları nasıl yarattığımıza ve tekrar nasıl dirilteceğimize bir delil) kılalım diyedir. (Merkebinin) kemikler(in)e bak, onları nasıl da birleştirip yerli yerine koyuyor, sonra da üzerlerine et giydiriyoruz.” O kişi, gerçek bu şekilde kendisine apaçık belli olunca, “Biliyorum ki” dedi, “şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.” |
257 |
|
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۙ قَالَ اَنَا۬ اُحْـي۪ وَاُم۪يتُۜ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ Bir vakit İbrahim de, “Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin, bana göster!” demişti. Allah, “Yoksa inanmıyor muydun?” diye sordu. İbrahim, “Evet, inanıyorum, fakat (meselenin keyfiyetini tafsilatıyla göreyim de,) kalbim tam tatmin olsun istedim.” cevabını verdi. Allah buyurdu: “Öyleyse, (farklı türde) dört kuş tut, onları kendine iyice alıştır ve bütün hususiyetleriyle tanı. Sonra onları kes ve birbirine kat karıştır da, her dağın başına her birinden bir parça koy. Ardından çağır onları, bak nasıl da süratle sana geliyorlar. Bil ki Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır. |
258 |
|
اَوْ كَالَّذ۪ي مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَاۚ قَالَ اَنّٰى يُحْـي۪ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَاۚ فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُۜ قَالَ كَمْ لَبِثْتَۜ قَالَ لَبِثْتُ يَوْماً اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْۚ وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِلنَّاسِ وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْماًۜ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُۙ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir tohum gibidir. Allah, kime dilerse ona kat kat verir. Allah, (rahmet ve lütfuyla her varlığı) kucaklayan, (merhametiyle kullarına) genişlik gösterendir; (kullarının halini) hakkıyla bilendir. |
259 |
|
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اَرِن۪ي كَيْفَ تُحْـيِ الْمَوْتٰىۜ قَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْۜ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْب۪يۜ قَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلٰى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءاً ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْت۪ينَكَ سَعْياًۜ وَاعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟ Mallarını Allah yolunda infak edip de, infaklarının ardından herhangi bir başa kakmada ve gönül incitici bir harekette bulunmayanlar yok mu: Onların, Rabbileri katında mükâfatları vardır. Onlar için (özellikle Âhiret’te) herhangi bir korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de. |
260 |
|
مَثَلُ الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ اَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ ف۪ي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍۜ وَاللّٰهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ Tatlı ve güzel bir söz, bir ayıp örtme ve kusur bağışlama, peşinden gönül incitici hareket gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, mutlak servet sahibi, (dolayısıyla kullarının sadakasından) müstağnîdir; kullarının hataları karşısında çok sabırlı, çok müsamahalıdır. |
261 |
|
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ ثُمَّ لَا يُتْبِعُونَ مَٓا اَنْفَقُوا مَناًّ وَلَٓا اَذًۙى لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakma ve gönül incitici hareketlerle heder edip de, ne Allah’a ne de Âhiret Günü’ne inanan ve malını sırf insanlara gösteriş yapmak için infak eden kişinin durumuna düşmeyin. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kaygan bir kayaya benzer ki, üzerine şiddetli bir sağanak iniverince toprağı kayar gider de, aslında kaskatı bir taş olduğu ortaya çıkıverir. Bu şekilde onlar, yaptıkları infaktan (Âhiret’e ait sevap ve mükâfat olarak) hiçbir şey elde edemez; işledikleri amelin neticesini alamazlar. Allah, öylesi kâfirler güruhuna hidayet vermez, onları emellerine ulaştırmaz. |
262 |
|
قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَٓا اَذًىۜ وَاللّٰهُ غَنِيٌّ حَل۪يمٌ Mallarını, Allah’ın rızasının nerede yattığını, O’nun nelerden razı olduğunu kollayarak ve içlerindeki imanı takviye edip kökleştirmek için infak edenlerin durumu ise, yüksek bir yerde bulunan güzel bir bahçeye benzer. Bir bahçe ki, üzerine bol yağmur yağar ve ürününü iki kat verir. O kadar ki, bol yağmur düşmese bile bir çisinti yetişir. Allah, her ne yapıyorsanız onu çok iyi görmektedir. |
263 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَالْاَذٰىۙ كَالَّذ۪ي يُنْفِقُ مَالَهُ رِئَٓاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَاَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْداًۜ لَا يَقْدِرُونَ عَلٰى شَيْءٍ مِمَّا كَسَبُواۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ Hiçbiriniz arzu eder mi ki, hurmalık ve üzüm bağlarından bir bahçesi olsun; (bir bahçe ki,) içinde çaylar akıyor ve sahibi için her türlü mahsul yetişiyor; ama sahibinin üstüne ihtiyarlık çökmüş, üstelik bir de küçük, zayıf, bakıma muhtaç çocukları ve torunları var: tam bu durumda yakıcı bir bora çıksın da, bahçeyi kasıp kavursun? Allah, âyetleri (gerçeği gösteren delil ve işaretleri) işte böyle açıklar ki, üzerlerinde iyice düşünüp (gereğince davranasınız). |
264 |
|
وَمَثَلُ الَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ وَتَثْب۪يتاً مِنْ اَنْفُسِهِمْ كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ اَصَابَهَا وَابِلٌ فَاٰتَتْ اُكُلَهَا ضِعْفَيْنِۚ فَاِنْ لَمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ فَطَلٌّۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ Ey iman edenler! Ürettiğiniz malların, kazancınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın iyi, temiz ve helâl olanından infak ediniz; göz yummadan alıcısı olmayacağınız bayağı ve kötü mallardan vermeye yeltenmeyiniz. Bilin ki Allah, mutlak servet sahibi, (dolayısıyla kullarının infakından) mutlak müstağnîdir; (bütün ihtiyaçlarınızı gideren ve rızkınızı veren Rabbiniz olarak) hakkıyla hamde ve övgüye lâyıktır. |
265 |
|
اَيَوَدُّ اَحَدُكُمْ اَنْ تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۙ لَهُ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۙ وَاَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَٓاءُۖ فَاَصَابَهَٓا اِعْصَارٌ ف۪يهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ۟ Şeytan sizi (hayırda ve gerekli yerlere harcamakla) fakir olacaksınız diye korkutur ve sizi cimriliğe, (malınızı harcama yeri olarak) çirkin işlere ve ahlâksızlığa teşvik eder. Allah ise size Kendi katından, (sizin tahmin edemeyeceğiniz) bir bağışlanma ve hiç karşılıksız bol bol lütuf va’dediyor. Allah, (rahmet ve lütfuyla) her varlığı kucaklayan, (merhametiyle) kullarına genişlik gösterendir; her şeyi hakkıyla bilendir. |
266 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّٓا اَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْاَرْضِۖ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَب۪يثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِاٰخِذ۪يهِ اِلَّٓا اَنْ تُغْمِضُوا ف۪يهِۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ O, hikmeti dilediğine verir. Her kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çok büyük bir hayır, (her maldan daha çok ve daha kıymetli bir servet) verilmiştir. Fakat (bütün bu hakikatları) ancak gerçek akıl ve idrak sahipleri anlar, üzerinde düşünür ve gerekli dersi alırlar. |
267 |
|
اَلشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَٓاءِۚ وَاللّٰهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ وَفَضْلاًۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌۚ (Az çok, iyi kötü, Allah yolunda veya şeytan yolunda) nafaka olarak ne harcar, başkasına ne verirseniz ve (Allah’a itaat veya isyan ifade edecek) adak olarak ne adarsanız, Allah hepsini mutlaka bilir. (Bir an için kendilerini emniyetteymiş gibi görseler de, nihaî akıbetleri itibariyle) zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. |
268 |
|
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِيَ خَيْراً كَث۪يراًۜ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Ama onları gizler ve fakirlere gizlice verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Allah, verdiğiniz sadakaları birtakım kötülük ve günahlarınıza kefaret yapar, bunlarla onları örter. Allah, her ne yapıyorsanız, hepsinden hakkıyla haberdardır. |
269 |
|
وَمَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ اَوْ نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُهُۜ وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ اَنْصَارٍ (Ey Rasûlüm! Bütün bu hükümleri insanlara tebliğ etmek vazifen olmakla birlikte,) onları bilfiil hidayete erdirmek, her işte onlara doğruyu yaptırmak, senin üzerine borç değildir; ancak Allah’tır ki, dilediğine hidayet verir. (O bakımdan, işlediğiniz hayırları, gerek Allah’a, gerekse kendilerine hayır ve iyilikte bulunduğunuz kişilere karşı minnet sebebi yapmayın. Çünkü) hayır olarak her ne infak ederseniz kendiniz içindir ve menfaati sizedir; zaten (mü’ minler olarak) siz, Allah’ın ebedî razılığını dileyip araştırmaktan başka bir maksatla infakta bulunmazsınız. Hayır olarak her ne infak ederseniz, mükâfatı hiç eksiksiz size verilir ve hiçbir şekilde haksızlığa maruz bırakılmazsınız. |
270 |
|
اِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَۚ وَاِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَـرَٓاءَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيِّـَٔاتِكُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ (Verdiğiniz sadaka, yaptığınız infaklar, öncelikle,) kendilerini Allah yoluna vakfetmiş fakirler içindir; onlar, (fakirliklerinden dolayı, Allah yolunda hizmet vermek ve nafakalarını kazanmak için) yeryüzünde dolaşma imkânı bulamazlar; iffet ve hayaları sebebiyle halktan bir talepte bulunmadıkları için de cahiller onları zengin zanneder; fakat sen onları (edep ve nezahetlerinin yansıdığı) sîmalarından tanırsın; insanlardan hele yüzsüzlük ve ısrarla hiçbir şey istemezler. Siz hayır olarak her ne infak ederseniz, hiç şüphesiz Allah hepsini hakkıyla bilir. |
271 |
|
لَيْسَ عَلَيْكَ هُدٰيهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَلِاَنْفُسِكُمْۜ وَمَا تُنْفِقُونَ اِلَّا ابْتِغَٓاءَ وَجْهِ اللّٰهِۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ Mallarını Allah yolunda gece ve gündüz, gizli ve açık infak edenler var ya, onların Rabbileri katında mükâfatları vardır; onlar için (özellikle Âhiret’te) herhangi bir korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de. |
272 |
|
لِلْفُقَـرَٓاءِ الَّذ۪ينَ اُحْصِرُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ لَا يَسْتَط۪يعُونَ ضَـرْباً فِي الْاَرْضِۘ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ اَغْنِيَٓاءَ مِنَ التَّعَفُّفِۚ تَعْرِفُهُمْ بِس۪يمٰيهُمْۚ لَا يَسْـَٔلُونَ النَّاسَ اِلْحَافاًۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ۟ Öte yandan, faiz yiyenler ise, (kendilerini bir süre kârda gibi görseler de,) birden şeytan çarpmışa döner ve (Haşir esnasında kabirden kalkarken de) şeytan çarpmış birinin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların “Alışveriş, faiz gibidir.” demelerindendir. Halbuki Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Her kime Rabbisinden bir talimat, bir ihtar gelir de (faizden) vazgeçerse, geçmişte aldığı faizler artık kendisinindir (geri alınmaz), hakkındaki hüküm ise Allah’a âittir; (Allah, onu pişmanlık, tevbe ve sadakatinin derecesine göre dilerse bağışlar.) Her kim de, (bu talimat ve ihtara rağmen) yeniden faizi helâl sayar ve tekrar faiz almaya dönerse, işte onlar Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdırlar; orada sonsuzca kalacaklardır. |
273 |
|
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِراًّ وَعَلَانِيَةً فَلَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ Allah, (malı artırır zannedilen) faize bereket vermez ve onu eksilte eksilte nihayet mahveder; buna karşılık, (malı eksilttiği sanılan) sadakaları ise nemalandırır. Allah, (haramı helâl tanımakta ısrar eden) pek kâfir ve çok günahkâr hiç kimseyi sevmez. |
274 |
|
اَلَّذ۪ينَ يَأْكُلُونَ الرِّبٰوا لَا يَقُومُونَ اِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذ۪ي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُٓوا اِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبٰواۢ وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰواۜ فَمَنْ جَٓاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّه۪ فَانْتَهٰى فَلَهُ مَا سَلَفَۜ وَاَمْرُهُٓ اِلَى اللّٰهِۜ وَمَنْ عَادَ فَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ İman edip, imanlarının gerektirdiği istikamette sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar, namazı bütün şartlarına riayet ederek, vaktinde ve aksatmadan kılan ve zekâtı tastamam verenler, işte onların Rabbileri katında mükâfatları vardır. Onlar için (özellikle Âhiret’te) herhangi bir korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de. |
275 |
|
يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبٰوا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ اَث۪يمٍ Ey iman edenler! Allah’a isyandan sakınıp, O’na tam bir saygı içinde (takva dairesine girmeye çalışın) ve eğer gerçekten mü’minlerseniz, artık faizden kalan mevcut alacaklarınızı bırakın. |
276 |
|
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ Eğer böyle yapmaz da (faizi helâl saymaya veya haram kabul etmekle birlikte almaya devam ederseniz,) Allah ve Rasûlü’nden size karşı savaş açıldığı malûmunuz olsun. Eğer tevbe eder (ve artık faizden tam olarak vazgeçerseniz), anaparanız sizindir. Böylece ne zulmetmiş, ne de zulme maruz kalmış olursunuz. |
277 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَذَرُوا مَا بَـقِيَ مِنَ الرِّبٰٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ Borçlanmış olan borcunu ödeyemeyecek bir darlık içinde ise, kolaylığa çıkıncaya kadar ona mühlet verin. (Darda bulunan bir borçluya) alacağınızdan bağışlayıvermeniz ise, sizin için daha da hayırlıdır, eğer (bunun hem toplum hayatı, hem de şahsınız adına ne güzel bir davranış olduğunu) biliyorsanız. |
278 |
|
فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ۚ وَاِنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُ۫سُ اَمْوَالِكُمْۚ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ (Şimdiden) öyle bir günden korkun ve ona karşı korununuz ki, o gün Allah’a döndürülüp, O’nun huzuruna çıkarılacak (ve dünyada işlediğiniz bütün amelleriniz O’nun hükmüne havale olunacak)tır. Ardından, herkese (dünyada kazandığının) karşılığı tamamen ödenecek ve kimseye haksızlık yapılmayacaktır. |
279 |
|
وَاِنْ كَانَ ذُوعُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ اِلٰى مَيْسَرَةٍۜ وَاَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ Ey iman edenler! Belli bir vadeye kadar borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda doğruluğuyla tanınmış bir kâtip onu yazsın. Kâtip, (Kur’ân ve Rasûlüllah yoluyla) Allah kendisine nasıl öğretmişse, o şekilde yazmaktan kaçınmasın ve yazsın. Üzerinde borç bulunan kişi de yazdırsın, (kendisini yaratan, merhametle, lütuf ve şefkatle besleyip büyüten) Rabbi olan Allah’a gönülden saygı içinde davransın, O’na karşı gelmekten sakınsın ve borcundan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Üzerinde borç bulunan kişi aklı ermez, küçük ve yazdırmaktan âciz ise, bu takdirde velîsi, adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde yazdırsın. İçinizden (Müslüman) iki erkeği de şahit tutun. İki erkek bulunmazsa, o zaman doğruluklarından emin olduğunuz bir erkek ile, biri unutur veya yanılırsa diğeri hatırlatabilir ümidiyle iki kadının şahitliğini alın. Şahitler çağrıldıklarında, şahitlikten kaçınmasınlar. Siz kâtipler de, borç az olsun çok olsun, onu vadesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Böyle davranmak, Allah katında (kılı kırk yararcasına) doğruluğa daha uygun, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye mahal vermemek için daha elverişli bir yoldur. Ancak, aranızda hemen o anda hazır mallar üzerinde yapacağınız peşin bir alışveriş olursa, bu takdirde yazmamanızda üzerinize bir vebal yoktur. Fakat her halükârda alışverişlerinizi şahit huzurunda yapmanız daha iyidir; ayrıca, kâtip de şahit de, yazmada ve şahitlikte iki tarafa zarar verecek şekilde davranmasınlar; (önemli işlerinden alıkonulmak, kendilerine yapmaları gerekenin üstünde teklifte bulunmak ve kâtibe ücretini vermemek gibi yollarla) zarara da uğratılmasınlar. Eğer bu türden zararlara yol açacak şekilde davranırsanız, şüphesiz Allah’a itaattan çıkmış olursunuz. Her durumda Allah’a isyandan sakının ve takva dairesine girmeye çalışın. Allah size, (muhtaç bulunduğunuz bütün hükümleri ve her işte takip etmeniz gereken yolu) öğretiyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. |
280 |
|
وَاتَّقُوا يَوْماً تُرْجَعُونَ ف۪يهِ اِلَى اللّٰهِ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ۟ Eğer, sefer gibi (yazdırma imkânının bulunmadığı bir durumda) olur da bir kâtip bulamazsanız, bu takdirde (borçludan) alınan rehin kâfidir. Ama birbirinize güven ve itimat eder (ve rehin almaya gerek görmezseniz), kendisine inanılıp itimat edilen (borçlu), üzerindeki emaneti (vaktinde) iade etsin ve (borcunu ödememek veya eksik ödemek, vaktini aksatmak gibi yollarla, kendisini yaratan, rahmet ve şefkatle büyüyüp yetiştiren) Rabbisi Allah’a karşı gelmekten sakınsın. Bir de, (hiçbiriniz) şahitliği gizlemeyin; kim şahitliği gizlerse, şüphesiz onun (mahalli iman olan) kalbi günaha batmış demektir. Allah, her ne yapıyorsanız onu hakkıyla bilendir. |
281 |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُۜ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِۖ وَلَا يَأْبَ كَاتِبٌ اَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّٰهُ فَلْيَكْتُبْۚ وَلْيُمْلِلِ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُ وَلَا يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْـٔاًۜ فَاِنْ كَانَ الَّذ۪ي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَف۪يهاً اَوْ ضَع۪يفاً اَوْ لَا يَسْتَط۪يعُ اَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِۜ وَاسْتَشْهِدُوا شَه۪يدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْۚ فَاِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَاَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَٓاءِ اَنْ تَضِلَّ اِحْدٰيهُمَا فَتُذَكِّرَ اِحْدٰيهُمَا الْاُخْرٰىۜ وَلَا يَأْبَ الشُّهَدَٓاءُ اِذَا مَا دُعُواۜ وَلَا تَسْـَٔمُٓوا اَنْ تَكْتُبُوهُ صَغ۪يراً اَوْ كَب۪يراً اِلٰٓى اَجَلِه۪ۜ ذٰلِكُمْ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ وَاَدْنٰٓى اَلَّا تَرْتَابُٓوا اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُد۪يرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَلَّا تَكْتُبُوهَاۜ وَاَشْهِدُٓوا اِذَا تَبَايَعْتُمْۖ وَلَا يُضَٓارَّ كَاتِبٌ وَلَا شَه۪يدٌۜ وَاِنْ تَفْعَلُوا فَاِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ Allah’ındır hep göklerde ve yerde ne varsa; içinizde (tuttuğunuz niyetlerinizi, bizzat ve bilerek kurduğunuz kötülükleri, yaptığınız planları) ister açığa vurun, isterse gizleyin, Allah onlardan dolayı sizi hesaba çeker. Sonra, (sorumluluğu olanlardan) dilediğini (ister tevbe neticesi olarak, isterse sadece fazlından) bağışlar, dilediğine de (adaleti gereği) azap eder. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir. |
282 |
|
وَاِنْ كُنْتُمْ عَلٰى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُوا كَاتِباً فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌۜ فَاِنْ اَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضاً فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ اَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُۜ وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَۜ وَمَنْ يَكْتُمْهَا فَاِنَّهُٓ اٰثِمٌ قَلْبُهُۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ۟ (Risalet misyonunun zirvesi) o Rasûl, (vahiy yoluyla Kur’ân ve Sünnet olarak) kendisine Rabbisinden her ne indirildiyse ona iman etti; (beraberindeki) mü’minler de (iman ettiler). Her biri, Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve rasûllerine iman etti de, “(İnanma hususunda) O’nun rasûllerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız;” dediler ve şöyle seslendirdiler (imanlarını): “(Rabbimize iman davetini) işittik ve (bu davete uyarak, Musa’nın kavmi gibi ‘isyan ettik’ demeyip,) itaat ettik; ey Rabbimiz, (yine de, hata ve günahlarımızdan dolayı) o çok bol olan bağışlamanı dileriz, ancak Sanadır nihaî varış.” |
283 |
|
لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاِنْ تُبْدُوا مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّٰهُۜ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ (Onların bu dualarına karşılık Allah şöyle buyurdu: “Ey mü’minler! Allah’ın, içinizde kurduğunuz niyet ve planlardan dolayı bile sizi sorguya çekeceğinden çok endişe duyuyorsanız, şunu da bilin ki:) Allah, kimseye kapasitesinin üstünde bir sorumluluk yüklemez; herkesin kazandığı (hayır) kendi lehine, işlediği (fenalık da) aleyhinedir. (Siz, şöyle dua edin:) ‘Rabbimiz, (Sana itaat etmeye çalışırken) eğer unuttuk veya kastımız olmadan bir yanlış yaptıysak, bundan dolayı bizi sorguya çekme! Rabbimiz, bizden önceki ümmetlere (zamanın, şartların ve mizaçlarının gerektirdiği terbiyeleri icabı) yüklediğin gibi, bize öyle ağır yükler yükleme! Rabbimiz, takat getiremeyeceğimiz hükümlerle bizi yükümlü tutma! Ve günahlarımızdan geçiver; bizi bağışla ve bize acı, rahmetinle muamele buyur! Sen, bizim efendimiz, yardımcımız, koruyucumuzsun; şu kâfirler güruhuna karşı ne olur, bize yardım et ve zafer ver!’” |
284 |
|
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ
A PHP Error was encountered
Severity: Notice
Message: Undefined offset: 284
Filename: views/sure_view.php
Line Number: 347
Backtrace:
File: /home/kuranikerimmeali/domains/kuranikerimmeali.net/public_html/uygulama/views/sure_view.php
Line: 347
Function: _error_handler
File: /home/kuranikerimmeali/domains/kuranikerimmeali.net/public_html/uygulama/libraries/Template.php
Line: 222
Function: view
File: /home/kuranikerimmeali/domains/kuranikerimmeali.net/public_html/uygulama/controllers/Sureler.php
Line: 83
Function: render
File: /home/kuranikerimmeali/domains/kuranikerimmeali.net/public_html/index.php
Line: 315
Function: require_once
|
285 |
|
لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ
A PHP Error was encountered
Severity: Notice
Message: Undefined offset: 285
Filename: views/sure_view.php
Line Number: 347
Backtrace:
File: /home/kuranikerimmeali/domains/kuranikerimmeali.net/public_html/uygulama/views/sure_view.php
Line: 347
Function: _error_handler
File: /home/kuranikerimmeali/domains/kuranikerimmeali.net/public_html/uygulama/libraries/Template.php
Line: 222
Function: view
File: /home/kuranikerimmeali/domains/kuranikerimmeali.net/public_html/uygulama/controllers/Sureler.php
Line: 83
Function: render
File: /home/kuranikerimmeali/domains/kuranikerimmeali.net/public_html/index.php
Line: 315
Function: require_once
|
286 |