Sureler
Mealler
No Meal                    
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
1 ElifLâmMîmSâd.
2 (Ey Rasûlüm!) Bu, sana indirilmiş bir kitaptır ki, –(onu tebliğ etme işinde ve insanların ona inanmayacakları endişesiyle) göksünde sakın bir daralma olmasın– onunla insanları (gittikleri yolun neticeleri konusunda) uyarasın ve mü’minler için de bir öğüt, bir hatırlatmadır o.
3 (Ey insanlar!) Rabbinizden size indirilen (Kur’ân’a) tâbi olun ve Allah’tan başka işlerinizi kendilerine havale edeceğiniz birtakım dost, koruyucu ve sahipler edinip de onlara tâbi olmayın. Uyarılara ne kadar az kulak veriyor ve ne de az düşünüp, az ders alıyorsunuz!
4 (Uyarılara kulak asmayan) nice memleketleri helâk ettik ve zorlu baskınımız, onların başında (en gafil oldukları anlarda) ya gece uykusu ya da gündüz uykusu esnasında birden patlayıverdi.
5 O zorlu baskınımız başlarına geldiğinde son söz ve çığlıkları ancak, “Biz, gerçekten zalimlerdik!” demek oldu.
6 Kendilerine rasûl gönderdiğimiz insanları, (rasûllerin davetine uyarak gereğini yerine getirip getirmedikleri konusunda) elbette sorguya çekeceğiz ve yine elbette, (tebliğ vazifeleri ve gönderildikleri toplumların tavırları hakkında da) o rasûllere soracak ve şahitliklerini isteyeceğiz.
7 Ve olup biten her şeyi kesin bir bilgiye dayanarak anlatacağız onlara; Biz, hiçbir zaman kimsenin yaptığından uzakta, habersiz ve o yapılanları kaydetmiyor değildik.
8 O gün tartı haktır: (herkesin dünyada yaptıkları mutlaka tartılacak ve kesin netice ortaya çıkacaktır). Artık kimin (hakka uygun) iyilikleri olur da bunlar tartıda ağır basarsa, onlar nihaî başarı ve kurtuluşa ermiş olanlardır.
9 Buna karşılık, kimin de hakka uygun ve makbul iyilikleri olmayıp tartıları hafif gelirse, öyleleri de, âyetlerimizi hiçe sayan ve onlara karşı sürekli haksızlık etmiş olmalarından dolayı kendi öz canlarını en büyük ziyana uğratmış olanlardır.
10 Şurası bir gerçek ki ey insanlar, Biz sizi yeryüzünde yerleştirip, orada size imkânlar bahşettik ve sizin için pek çok geçim vasıta ve kaynakları var ettik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!
11 Sizi varlık âlemine çıkardık; sonra size (mahiyetinize en uygun, en güzel) şekil ve sureti verdik; sonra da meleklere (ilmini, üstünlüğünü, yeryüzünde halifeliğe liyakatini kabul ve ona hilâfet vazifesinde yardım manâsında) “Âdem’e secde edin!” diye emrettik. Hepsi hemen secde etti, ama (kendisine de secde emredildiği halde, cinlerden olan) İblis etmedi: (diretti ve) secde edenlerden olmadı.
12 Allah, “Sana emrettiğim halde, seni (Âdem’e) secde etmekten alıkoyan nedir?” diye sordu. İblis, “Ben, ondan hayırlıyım. Beni bir tür ateşten yarattın; onu ise bir tür çamurdan yarattın!” dedi.
13 Allah, şöyle buyurdu: “Çabuk in oradan; bulunduğun o yerde ve konumda sana öyle büyüklenme hakkı tanınmamıştır. Derhal çık, artık sen zelil ve alçaklardansın.”
14 Şeytan, şöyle dedi: “Öldükten sonra diriltilecekleri Gün’e kadar bana süre tanı.”
15 Allah buyurdu: “Sana, kendilerine (yeryüzünde) belli bir süre tanınmış olan (insan nesli var olduğu müddetçe) süre tanınmıştır.
16 Şeytan, devam etti: “Öyleyse, madem Sen beni azdırıp saptırdın, ben de andolsun, o insanları saptırmak için Sen’in dosdoğru yolunun üzerine oturacağım.
17 “Oturup, kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından kendilerine yaklaşacağım. Onların çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın!”
18 Allah, emretti: “Çık oradan; artık bütün bütün yerilmiş ve kovulmuş bulunuyorsun. İnsanlardan da kim sana uyarsa, iyi bilin ki hiç şüphesiz Cehennem’i sizlerle (sen ve yardımcılarınla birlikte, sana uyarak senin gibi şeytanlaşan insanlarla) dolduracağım.”
19 (Allah, sonra Âdem’i eşiyle birlikte cennete koydu ve şöyle buyurdu): “Ey Âdem, eşinle birlikte cennete yerleş. (Baştan sona nimetler ve istifade yurdu olan) oradan dilediğiniz şekilde yiyin, istifade edin, fakat şu ağaca yaklaşmayın; aksi halde, yanlış yapıp da kendilerine yazık edenlerden olursunuz.”
20 Derken şeytan, gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa çıkarmak ve fıtratlarında yer alıp da o ana kadar farkında olmadıkları her türlü nefsanî arzuyu harekete geçirmek için her ikisine de fısıldadı ve şu telkinde bulundu: “Rabbiniz bu ağacı size başka bir sebeple değil, ancak burada sonsuz saltanat sahibi iki melik olmayasınız veya sonsuzca hayat sürenlerden olmayasınız diye yasakladı.”
21 Bir de ardından, “Ben sizin ancak iyiliğinizi istiyor ve bu bakımdan size öğüt veriyorum!” diye yemin üstüne yemin etti.
22 Böylece, (Allah adına ettiği yeminle) onları aldattı ve konumlarına yakışmayan bir işe sürükledi: O (yasaklanmış) ağaçtan tadar tatmaz, birden edep yerleri (ve bütün beşerî hususiyetleri) kendilerine açılıp belli oluverdi ve oraları cennet yapraklarıyla hemen örtmeye giriştiler. Bu sırada, Rabbileri onlara seslendi: “Ben sizi o ağaçtan men etmemiş ve size ‘Şüphesiz şeytan, ikiniz için de apaçık bir düşmandır!’ dememiş miydim?”
23 Hemen yalvarmaya durdular: “Ey bizim Rabbimiz! Biz, kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize hususî rahmetinle muamelede bulunmazsan, hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz!”
24 Allah buyurdu: “İnin, artık (yeryüzünde) kiminiz kiminize düşmansınız (ve böyle bir hayat süreceksiniz. Zaten içindeki her şey sizin için yaratılmış bulunan ve orada hilâfetiniz takdirim olan) yeryüzünde belli bir süreye kadar mesken tutup kalacak ve oradan tam yararlanacaksınız!”
25 Yine buyurdu: “Bundan böyle o yeryüzünde yaşayacak, orada ölecek ve yeniden oradan diriltilip çıkarılacaksınız!”
26 Ey Âdem’in çocukları! Bakın, size edep yerlerinizi örten (değişik şekil ve türlerde) elbise ile, ayrıca onun üzerine giyip süsleneceğiniz giysiler indirdik. Ama unutmayın ki, takva elbisesi var ya, işte o en güzel, en hayırlı elbisedir. (Diğer elbiselerle edep yerlerinizi ve vücudunuzu kat kat örterken, takva elbisesiyle ise, fıtratınızdaki sizi hayadan mahrum bırakan ve edep yerlerinizi açığa çıkaran menfî görünümlü hususiyetlerin üstünü örter ve ayrıca kat kat faziletlerle donanırsınız.)” Bütün bunlar, Allah’ın (gerçeği gösteren) delilleri ve vahyettiği âyetlerindendir. Olur ki insanlar, üzerlerinde düşünüp ders alırlar.
27 Ey Âdem’in çocukları! Şeytan nasıl anne–babanızın üzerinden (takva) elbisesini sıyırıp, onlara edep yerlerini (ve mahiyetlerindeki bütün beşerî hususiyetleri) göstermiş ve onları cennetten çıkarmışsa, aynı şekilde sakın sizi de dünyada tâbi tutulduğunuz imtihanlarda kaybetmenize sebep olarak benzer bir belânın içine atmasın! O sizi görür; o da, kabilesi de, sizin onları göremeyeceğiniz yerlerden sizi görürler. Doğrusu Biz, şeytanları iman etmeyenlere yoldaş, dost ve onların işbirlikçileri yaptık.
28 O iman etmeyenler, (Kâbe’yi çıplak tavaf etme gibi) çirkin bir iş işlediklerinde “Biz, atalarımızı da aynı işi yaparken gördük (ve onların izinden gidiyoruz); kaldı ki, Allah da bize böyle emretti.” derler. (Ey Rasûlüm,) de ki: “Allah, asla çirkin bir işi emretmez. Yoksa siz, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri konuşuyor olmayasınız?”
29 Yine, şöyle de: “Benim Rabbim, her işte ve her bakımdan doğruyu, dengeli ve adaletli olmayı emreder.” Her ibadetinizde bütün varlığınızla O’na yönelin ve Din’de O’nun rızasından başka hiçbir şey gözetme yerek tam bir ihlâsla O’na yalvarın. (Dünya hayatının) başında sizi nasıl kılmışsa, (bu hayatın sonunda ve ölümünüzün ardından O’na) aynı şekilde dönersiniz:
30 (İki grup halinde:) bir grubu hidayet buyurmuş, diğer grup ise dalâlete müstahak olmuş olarak. Dalâlette olanlar, Allah’ı bırakıp şeytanları yoldaş, dost ve işlerine vekil edinmişlerdir; bir de kendilerini doğruya yönlendirilmiş zannetmektedirler.
31 Ey Âdem’in çocukları! Her ne zaman namaza (veya tavaf gibi bir başka ibadete) duracak olsanız (çıplak, başkalarına rahatsızlık verici ve tiksindirici bir halde bulunmayın;) temiz ve güzel olan elbisenizi giyin (ve en güzel heyet ve surette bulunun. Yeme ve içmenizde de meşrû sınırlar içinde kalın ve Allah’ın helâl kıldığı yiyecekleri haram kılmayarak) yiyin, için, fakat (yiyip içmenizde ve daha başka şekillerde) israfa gitmeyin. Hiç şüphesiz Allah, müsrifleri sevmez.
32 (Ey Rasûlüm!) De ki: “Allah’ın, kulları için yaratıp ortaya çıkardığı (ve bitkilerden, hayvanlardan ve madenlerden elde edilen helâl) giyim, takı ve eşyayı, ayrıca rızık türünden temiz, hoş ve sağlığa zararsız yiyecek ve içecekleri kim haram kılabilir ki?” Yine de: “Onların hepsi, dünya hayatında (başkaları da şüphesiz onlardan faydalanmakla birlikte, temelde) mü’minler içindir; Kıyamet Günü ise sadece mü’minler içindir.” Yolumuzun işaretleri olan gerçekleri, ilimle alâkası bulunan ve öğrenmek maksadıyla araştıran bir topluluk için işte böyle detaylarıyla açıklıyoruz.
33 De ki: “Rabbim, ancak açığıyla gizlisiyle (zina, eşcinsellik ve namuslu kadınlara iftira gibi) bütün yüz kızartıcı çirkin işleri, günah olduğunda şüphe bulunmayan (içki ve her türlü şans oyunlarını; kan, leş, domuz eti gibi yiyecekleri; rüşvet, gasp, yolsuzluk, hırsızlık gibi muameleleri); (Din’e, cana, mala, ırza, akla) karşı işlenmiş ve haksızlığında şüphe olmayan her türlü tecavüzü; Allah’ın, (güya ilâh ve ma’bud kabûl edilebileceklerine dair) haklarında herhangi bir delil indirmesi asla mümkün bulunmayan birtakım nesneleri O’na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz ve ilme dayanmayan yakışıksız sözler söyleyip gerçek dışı iddialarda bulunmanızı haram kılmıştır.”
34 Bilin ki, her ümmet için takdir edilmiş bir süre vardır. Bu sürenin sonu geldiğinde, onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.
35 (Dolayısıyla, iradenizle şekillenen ve başlangıcı gibi bir de sonu olan bu yeryüzü hayatıyla ilgili olarak şöyle hükmettik): Ey Âdem’in çocukları! Ne zaman size içinizden Benim âyetlerimi okuyup anlatan rasûller gelir de, kim onlara muhalefet etmekten sakınıp Benim korumam altına girer ve halini ıslah ettiği gibi umumî sulh adına da hareket ederse, onlar için (özellikle Âhiret’te de) herhangi bir korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de.
36 Buna karşılık, âyetlerimizi yalanlayan ve onların karşısında büyüklük taslayarak inanmayı kibirlerine yediremeyenler ise, öyleleri Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdırlar ve orada sonsuzca kalacaklardır.
37 Uydurdukları yalanları Allah’a isnat ederek O’na iftirada bulunan veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?! Öylelerinin Kitap’tan (takdirden ömür ve rızık noktasında) nasipleri ne ise kendilerine erişecektir. Ama sonunda elçilerimiz (ölüm melekleri) başlarında durup canlarını alırken, “Allah’tan gayri ilâh ve ma’bud tanıyıp dua ve ibadet ettikleriniz hani nerede?” diye sorarlar. “Bizi bırakıp ortadan kayboluverdiler!” der ve böylece kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik yaparlar.
38 Allah da şöyle buyurur: “Katılın insanlardan ve cinlerden sizden önce geçen toplulukların arasına, girin onlarla beraber Ateş’e!” Bu şekilde bir topluluk Ateş’e girdikçe yoldaşlarına lânet eder. Nihayet hepsi orada toplanıp bir araya geldiklerinde, sonrakiler öncekiler hakkında şöyle der: “Ey Rabbimiz! Şunlar bizi yoldan çıkardılar; bu sebeple onlara iki kat Ateş azabı çektir!” Allah, şöyle buyurur: “(Saptıranlar, hem kendileri sapıp hem de başkalarını saptırdığı, diğerleri ise onlara uyup saptığı ve onları taklit ettikleri için,) her birinize iki kat azap var, fakat siz bilmiyorsunuz.”
39 Bu defa öncekiler diğerlerine şöyle söylenir: “Gördünüz ya, sizin bizden bir üstünlüğünüz, bize karşı bir ayrıcalığınız yok. O halde, bizzat kendi kazandığınız (günahlar karşılığında) tadın şu azabı!”
40 Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onların karşısında büyüklük taslayarak inanmayı kibirlerine yediremeyenlere gök kapıları açılmayacak, (yaptıkları bazı güzel işler bile kabul görmeyecek) ve deve iğne deliğinden geçmedikçe onlar da Cennet’e giremeyeceklerdir. Hayatları günah hasadından ibaret inkârcı suçluları işte böyle cezalandırırız.
41 Onların hakkı, Cehennem (ateşin)den bir yatak ve üzerlerinde de yine aynı ateşten örtülerdir. Zalimleri işte böyle cezalandırırız.
42 İman edip, imanlarının gerektirdiği istikamette doğru, yerinde, sağlam ve ıslaha yönelik işler yapanlar ise –ki Biz, hiç kimseye kapasitesinin üzerinde bir sorumluluk yüklemeyiz– onlar Cennet’in yârânı ve yoldaşlarıdırlar; orada sonsuzca kalacaklardır.
43 Göğüslerinde (diğer mü’minlere karşı dünyada iken) kin, haset ve suizan kabilinden ne varsa hepsini çeker alırız –ırmaklar akar ayaklarının altından. Hamd ve şükür duygularıyla dopdolu olarak, “Bizi dünyada iken bahşettiği hidayetin neticesinde bu nimetlere erdiren Allah’a hamdolsun. Eğer Allah bizi bu yola erdirmemiş olsaydı, biz kendimiz asla ona ulaşamazdık. Rabbimizin elçilerinin bize gerçeği getirdikleri apaçık ortada!” derler. O anda kendilerine seslenilir: “İşte, (dünyada iken) yapmayı tabiat haline getirdiğiniz güzel işlerden dolayı vâris kılındığınız (muhteşem) Cennet!”
44 Cennet ehli, Ateş’in yârânına seslenir: “İşte görüyorsunuz: Biz, Rabbimizin bize va’dettiğini gerçek bulduk; siz de Rabbinizin size va’dettiğinin gerçek olduğunu gördünüz mü?” Diğerleri, “Evet!” derler. Derken, aralarında duran bir görevli, “Allah’ın lâneti bütün zalimlerin üzerine olsun!” diye bağırır.
45 –O zalimler, insanları Allah’ın yolundan alıkoymakta ve o yolun eğriliğini, keyiflerine göre eğrilip bükülmesini ve eğri tanınmasını arzu etmekte ve onu böyle göstermeye çalışmaktadırlar. Onlar, Âhiret’e ise bütün bütün kâfirdirler.–
46 İki taraf arasında bir perde bulunur; (Cennet ile Cehennem arasındaki) surun kuleleri (A’râf) üzerinde her iki tarafı simalarından tanıyan bazı zatlar da vardır: Cennet ehline “Selâm size!” diye seslenirler; onlar henüz Cennet’e girmemiş olup, girmeyi şiddetle arzulamakta ve beklemektedirler.
47 Gözleri Ateş’in yârânı tarafına kayınca, (onların o ürpertici halleri karşısında) “Rabbimiz, bizi şu zalimler topluluğu ile beraber eyleme!” diye dua ederler.
48 Yüksek kulelerin üzerindeki o topluluk, (dünyada iken küfrün önde gelenleri olan ve) simalarından tanıdıkları bazı kimselere de seslenir ve “Gördünüz ya! (Bugün size) ne topladığınız mallarınız, ne onca taraftarlarınız, ne de büyüklük taslamalarınız ve çalımlarınız fayda verdi!” derler.
49 (Cennet ehlini göstererek,) “Şunlar değil miydi,” diye sorarlar, “haklarında ‘Allah onlara asla bizden esirgediği bir lütufla iltifatta bulunmaz!’ diye yemin edip hor gördükleriniz!?” (Bu arada Cennet ehline seslenilir): “Girin şimdi Cennet’e! Sizin için herhangi bir korku söz konusu değildir ve siz asla üzülmeyeceksiniz de!”
50 Derken Ateş’in yârânı Cennet ehline, “Ne olur, lütfen suyunuzdan veya Allah’ın size nasip ettiği diğer nimetlerden biraz da bize doğru dökün!” diye seslenirler. Cennet ehli ise, “Ama Allah, o suyu da, diğer nimetleri de kâfirlere haram kılmıştır!” diye mukabelede bulunur.
51 O kâfirler ki, dinlerini oyun ve eğlence edinip, din adına oyun ve eğlence türünden şeylerle meşgul olmuşlardı; dünya hayatı kendilerini aldatmıştı. Onlar nasıl kendilerini bekleyen bu önemli günle yüz yüze gelmeyi unutmuşlardı ve âyetlerimiz karşısında ayak direyip onları inkâr ediyorlardı, işte Biz de bugün onları öyle unutur, (affetme ve nimet verme hususunda) hiç hatırlamayız.
52 İşte onlara, mutlak bir bilgiye dayalı olarak manâsını ve hükümlerini tek tek açıkladığımız, (her bir manâ ve hükmüne) iman edecek bir topluluk için hidayetin kaynağı ve (tahmin bile edemeyecekleri hayırlarla dolu) rahmet olan bir Kitap getirdik (gönderdik).
53 Fakat onlar, “Hele bakalım bu iş nereye varacak?” diye, sadece bu Kitaba davetin âkıbetini mi gözlüyorlar? Onun haber verdiği âkıbet geldiği gün, daha önce onu nisyana gömenler, “Andolsun, Rabbimizin elçileri bize gerçeğin ta kendisini getirmişlerdi, (ama biz kulak asmadık.) Şimdi (Rabbimiz) katında şefaatçiler bulunur mu ki bize şefaat etsinler? Veya geri döndürülmemiz mümkün olmaz mı ki, bu defa daha önce yaptıklarımızın tam tersini yapalım?” diye hayıflanırlar. Ne var ki onlar, kendi felâketlerini bizzat kendileri hazırladılar ve kendilerine en büyük zararı verdiler. Uydurdukları sahte ilâhları da onları yüzüstü bırakıp, görünmez oluverdi.
54 Rabbiniz Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı; sonra da Arş’ın üzerine istiva buyurdu: geceyi gündüze bürüyor ki, birbirinin peşinden ısrarla koşturur dururlar; güneş, ay ve yıldızlar da, tam bir boyun eğmişlik içinde O’nun buyruğu ile hareket ederler. Bilin ki yaratma da, emir ve idare de mutlak manâda O’na aittir. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir, her buyruğu ve icraatı ne bereketler yüklüdür!
55 Rabbinize yalvararak, içten, başka nazarlardan ve mülâhazalardan uzak olarak dua edin. Şurası bir gerçek ki O, had bilmezlik içinde davrananları hiç sevmez.
56 (Had bilirlik, dolayısıyla O’nun tayin buyurduğu hudutlar içinde kalın ve) her şeyiyle yerli yerinde olan yeryüzünde onun düzenini bozacak şekilde (ve ıslahından sonra ülkede) bozgunculuk çıkarmayın ve korku ile ümitbeklenti dengesi içinde O’na yalvarın. Hiç şüphesiz Allah’ın rahmeti, Allah’ı görüyormuşçasına, en azından Allah’ın kendilerini sürekli gördüğünün şuuru içinde davrananlara pek yakındır.
57 O Allah ki, rahmetinin önünde müjdeci olarak rahmet rüzgârlarını gönderir. Nihayet bu rüzgârlar, o ağır bulutları pek hafifmişçesine kaldırıp yüklendiklerinde, Biz onları ölmüş bir memlekete doğru sevkeder, derken oraya o bildiğiniz suyu indirir ve o su ile her türlüsünden ürünler, meyveler bitiririz. İşte, ölüleri de (kabirlerinden) böyle çıkaracağız. Gerekir ki, düşünüp ibret alasınız.
58 Güzel ve temiz memleket: Rabbisinin izniyle onun (gür, yeşil ve faydalı) bitkisi çıkar. Çirkin ve kirli memlekete gelince: orada ancak pek az ve faydasız (çerçöp türünden) şeyler biter. İşte, (Allah’ın varlığına, birliğine, Rubûbiyet ve hakimiyetine ait) delilleri, onları anlayıp şükredecek bir topluluk için bütün yönleriyle ve farklı farklı açılardan bu şekilde serdediyoruz.
59 Şurası bir gerçek ki, Nuh’u kendi halkına rasûl olarak gönderdik de, onlara şu tebliğde bulundu: “Ey halkım! Allah’a ibadet edin; sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Aksi halde korkarım ki, dehşetli bir günün azabı başınızda patlayabilir.”
60 Halkı içinde söz sahibi önde gelenler, “Doğrusu biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz!” mukabelesinde bulundular.
61 Nuh, şöyle cevap verdi: “Ey halkım! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Bilakis ben, size Âlemlerin Rabbi’nden bir elçiyim.
62 “Size Rabbimin mesajlarını tebliğ ediyor ve nasihatta bulunuyorum; sizden farklı olarak, Allah’ın vahiy yoluyla bana öğrettiği, fakat sizin bilemeyeceğiniz gerçekleri biliyorum.
63 “Sizi (gittiğiniz yolun âkıbeti konusunda) uyarması ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp O’nun azabına karşı korunmanız için, ayrıca O’nun lütf u merhametine nail olursunuz ümidiyle size kendi içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden bir buyruk, bir öğüt gelmesine mi hayret ediyorsunuz?”
64 Fakat Nuh’un ikazlarına kulak asmayıp O’nu yalanladılar. Biz de, O’nu ve o gemide yanında bulunanları kurtardık; buna mukabil, âyetlerimizi yalanlayanları ise (tufanda) boğduk. Doğrusu onlar, kör bir topluluktu.
65 Âd kavmine ise rasûl olarak (kendi içlerinden) kardeşleri Hûd’u gönderdik. O da, şu tebliğde bulundu: “Ey halkım! Allah’a ibadet edin; sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, halâ O’na gönülden saygı duymayacak ve O’na karşı gelmekten, dolayısıyla O’nun azabından sakınmayacak mısınız?”
66 Halkı içinde söz sahibi ve küfürde kökleşmiş önde gelenler, “Seni bir çılgınlık, bir beyinsizlik içinde bocalar görüyor ve senin gerçekten yalancılardan biri olduğuna inanıyoruz!” mukabelesinde bulundular.
67 Hûd, şöyle cevap verdi: “Ey halkım! Bende hiçbir çılgınlık, hiçbir beyinsizlik yoktur. Bilakis ben size Âlemlerin Rabbi’nden bir elçiyim.
68 “Size Rabbimin mesajlarını tebliğ ediyorum ve ben, sizin iyiliğinizi isteyen, güvenilir bir nasihatçıyım.
69 “Sizi (gittiğiniz yolun âkıbeti konusunda) uyarması için kendi içinizden bir adam vasıtasıyla size Rabbinizden bir buyruk, bir öğüt gelmesine mi şaşıyorsunuz? Düşünün ki O, sizi Nuh kavminden sonra yeryüzünde halifeler yaptı ve sizi vücutça daha güçlü– kuvvetli, daha gösterişli kıldı. O halde, Allah’ın nimetlerini hatırınızdan çıkarmayıp ona göre davranın ki, (dünyada da, Âhiret’te de) kurtuluşa ve umduğunuza eresiniz.
70 “Ya!” dediler; “demek sen, sadece Allah’a ibadet edelim ve kendilerine atalarımızın tapageldiği ilâhları bırakalım diye geldin ha? Eğer bu iddianda doğru ve gerçekten doğru sözlü biri isen, getir haydi bizi kendisiyle tehdit ettiğin şu azabı da görelim?”
71 Hûd, şöyle dedi: “Öyle görünüyor ki, üzerinize Rabbinizden bir murdarlık (bâtıl inançlar ve kötü fiiller sebebiyle Allah’tan uzaklaşma hali) ve rahmetten tart hükmü inmiş. Benimle, sizin de atalarınızın da uydurup kendilerine ulûhiyet atfettiğiniz, fakat ilâh ve ma’bud olabileceklerine dair Allah’ın hiçbir delil indirmediği, indirmesi de mümkün olmayan birtakım boş isimler hakkında mı tartışıyorsunuz? Madem öyle, bekleyin bakalım bu işin sonu ne olacak! Sizinle birlikte ben de beklemekteyim.”
72 Neticede Hûd’u ve O’nunla birlikte bu lunanları tarafımızdan bir rahmet ve lütufla kurtarırken, âyetlerimizi yalanlayanların ise köklerini kestik; onlar, hiçbir zaman iman etmiş değillerdi.
73 Semud’a, (yine kendi içlerinden) kardeşleri Salih’i gönderdik. O da, (diğerleri gibi aynı gerçeği) tebliğ etti: “Ey halkım! Allah’a ibadet edin; sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Şüpheniz olmasın ki, size Rabbiniz’den apaçık bir delil gelmiş bulunuyor: İşte, (benden beklediğiniz) açık bir işaret, bir mucize olarak Allah’ın hususî sizin için yarattığı dişi deve. Bırakın, kendi halinde Allah’ın diyarında otlasın. Sakın ha, ona bir fenalık yapmayın, yoksa sizi pek acı bir azap yakalayıverir.
74 “Bir düşünün: Allah, sizi Âd kavminin ardından halifeler kıldı ve yeryüzünde size geniş imkânlar bahşetti. Yerin düzlüklerinde köşkler sahibi oluyor ve dağları oyup evler ediniyorsunuz. Allah’ın bütün bu nimetleri üzerinde düşünün de, bozguncular kesilip yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.”
75 Halkı içinde büyüklük taslayıp diğerlerini ezen söz sahibi önde gelenler, üzerlerinde baskı kurup ezdikleri zayıf halktan iman etmiş bulunanlara, “Siz, gerçekten Salih’i Rabbisinden gelmiş bir rasûl olarak mı tanıyorsunuz?” diye çıkışır, onlar da, “Bizim bir şey yaptığımız yok; biz sadece, Salih ne ile gönderilmişse ona içten inanmışız!” derlerdi.
76 Büyüklük taslayan o zalimler ise, “Siz neye inanmışsanız, işte biz de onu bütünüyle inkâr ediyoruz!” diye mukabele bulunurdu.
77 Derken, (kendisine daha fazla tahammül edemeyerek) dişi deveyi boğazladılar; (guru ve kibir içinde) Rabbilerinin emrinden çıkıp O’na isyan ettiler. Sonra da (büyük bir küstahlıkla) Salih’e yönelip, “Ey Salih! Eğer sen gerçekten bize (Rabbinden) mesaj getirmiş bir rasûlsen, bizi kendisiyle tehdit edip durduğun o azabı haydi getir getirebilirsen!” diye meydan okudular.
78 Nihayet o korkunç sarsıntı onları kıskıvrak yakaladı da, (hiçbir kurtuluş zaman ve imkânı bulamadan) oldukları yerde yüzüstü kapaklanıp gittiler.
79 Bu tecelli karşısında Salih, oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Zavallı halkım! Ben size ancak Rabbimin mesajını tebliğ ettim ve size samimi nasihatlerde bulundum. Fakat siz, bütünüyle sizin iyiliğinizi isteyen nasihatçılardan hoşlanmıyordunuz.”
80 Lût da, (aynen diğer elçilerimiz gibi halkına tebliğde bulundu ve) onları şöyle ikaz etti: “Bütün dünyada daha önce hiçbir halkın yapmadığı o çirkin işi bir yol haline getirip irtikap ediyorsunuz ha!?
81 “Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere varıyorsunuz! Belli ki siz, sınır tanımaz ve Allah’ın verdiği duygu, meleke ve kabiliyetleri boşa sarfeden bir topluluksunuz.”
82 Halkının mukabelesi, “Çıkarın şunları memleketinizden; çünkü bu beyler, pek temizlik taslayan insanlar!” demekten başka bir şey olmadı.
83 Neticede, (emrimiz üzerine helâkten önce ülkeyi terkeden) Lût’u ve ailesini kurtardık; eşi hariç: o geride kalıp helâk olanların arasında idi.
84 (O halkın yaşadığı şehirlerin) üzerine ise azap yağmuru yağdırdık; günah hasadına dalmış suçluların âkıbeti nasıl oldu gör!
85 Medyen halkına ise kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). O da, (diğer rasûller gibi aynı) tebliğde bulundu: “Ey halkım! Allah’a ibadet edin; sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Hiç şüpheniz olmasın ki, size Rabbiniz’den apaçık bir gerçek gelmiş bulunuyor. Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın; kendilerine ait mallarda haklarını eksiltmek suretiyle insanlara zulmetmeyin; bu ülkede bir zaman (peygamberler eliyle İlâhî) düzen sağlanmıştı; siz, aksine davranmak suretiyle burada bozgunculuk yapmayın. Gerçek mü’ minler olup, dediğim gibi davranmanız sizin için hayırlı olan yoldur.
86 “Öyle, (gücünüze dayanarak) bütün yol başlarını tutup tehditler savurmayın ve Allah’a iman edenleri O’nun yolundan alıkoymaya ve o yolun eğriliğini, eğri tanınmasını, keyfinize göre eğrilip bükülmesini arzulamayın ve onu böyle göstermeye çalışmayın. Düşünün ki, bir zaman siz az ve zayıftınız, fakat Allah sayınızı çoğalttı, gücünüzü arttırdı. Sınır tanımayan ve Allah’ın verdiği duygu, meleke ve kabiliyetleri yanlış yolda harcayanların sonları nasıl oldu, düşünün ve ibret alın!
87 “Eğer içinizden bir grup benimle gönderilen gerçeğe inanmış ve bir grup da inanmamışsa, ben ne diyeyim; madem öyle, o halde Allah aramızda hükmünü verinceye kadar ‘sabırla’ bekleyin. Çünkü O, daima en hayırlı hükmü verendir.”
88 Halkı içinde büyüklük taslayıp diğerlerini ezen söz sahibi önde gelenler, şöyle mukabelede bulundular: “Seni ey Şuayb, ve iman edip seninle beraber olanları hiç şüpheniz olmasın ki memleketimizden sürer çıkarırız, ya da bizim yolumuza, düzenimize dönersiniz.” Şuayb’ın cevabı ise şöyle oldu: “Biz istemesek bile, zorla öyle mi?
89 “Allah bizi sizin o bâtıl inancınızdan ve yolunuzdan kurtardıktan sonra tekrar o aynı yola dönersek, bu takdirde yalan isnadıyla Allah’a iftirada bulunmuş oluruz. Bizim o yola geri dönmemiz asla söz konusu değildir, meğer ki Rabbimiz olan Allah (mazallah hakkımızda başka türlü) dilemiş ola. Rabbimiz, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. (Siz ne yaparsanız yapın, ne derseniz deyin) biz, Allah’a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz! Bizimle şu halkımız arasında hükmünü ver ve hakkı ortaya koy; hiç şüphesiz Sen, gerçeği en doğru ve en hayırlı biçimde ortaya koyansın.”
90 Halkı içinde söz sahibi ve küfürde kökleşmiş önde gelenler, diğerlerini sıkıştırmaya başladılar: “Bakın, eğer Şuayb’a uyacak olursanız, bilin ki kaybeder ve perişan olursunuz!”
91 Nihayet o korkunç sarsıntı onları kıskıvrak yakaladı da, (hiçbir kurtulma zaman ve imkânı bulamadan) oldukları yerde yüzüstü kapaklanıp gittiler.
92 Şuayb’ı yalanlayanlar: onlar değildi sanki o vatanlarında bir zaman şen–şakrak dolaşanlar. Şuayb’ı yalanlayıp (perişan etmek isteyenler): asıl perişan olup gidenler yine kendileri oldular.
93 Bu tecelli karşısında Şuayb oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Zavallı halkım! Ben size ancak Rabbimin mesajını tebliğ ettim ve size samimi nasihatlerde bulundum. Şimdi böyle nankör, küfürde böylesine ısrarlı bir topluluk için ne diye gam çekeyim ki!?”
94 Biz hangi memlekete bir peygamber gönderirsek önce oranın halkını zorluklar, sıkıntılar ve musibetlere düçar ederiz ki, kalbleri yumuşasın, gafletten uyanıp kendilerine gelsinler ve içten Allah’a yönelerek, yalvarıp yakarsınlar.
95 Onları bir süre böyle terbiyeye tâbi tutmamızın ardından, (eğer iman etmezlerse bu defa merhale merhale helâk yolunda) sıkıntılı hallerini rahatlıkla değiştiririz. Zamanla nüfusları da, güçleri de artar, bolluğa erer ve hiçbir şeye aldırış etmeden yiyip–içmeye başlarlar da, “Vaktiyle atalarımız kâh üzülmüş, kâh sevinmişlerdi; (biz ise ne kadar rahattayız!)” der ve olupbitenlerden hiç ders almazlar. Nihayet kendilerini o şuursuzlukları içinde ve onlar farkına bile varmadan birden yakalayıveririz.
96 Eğer o ülkelerin ahalisi iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten kaçınarak O’nun koruması altına girmiş olsalardı, hiç şüphesiz üzerlerine göklerden ve yerden bereket kapılarını açardık. Fakat onlar, (peygamberleri ve onların getirdiği İlâhî Mesaj’ı) yalanladılar ve Biz de, işleyip de hesap defterlerine geçen günahlar sebebiyle onları kıskıvrak yakaladık.
97 Yoksa o ülkelerin ahalisi, zorlu ve karşı konulmaz baskınımızın onlar geceleyin uyurken birden bastırıvermesinden kendilerini emniyette mi hissediyorlardı?
98 Veya, o ülkelerin ahalisi, zorlu ve karşı konulmaz baskınımızın onlar güpegündüz eğlenirlerken birden bastırıvermesinden mi emin olmuşlardı?
99 Allah’ın onları beklemedikleri bir şekilde cezalandırmasından mı emindiler yoksa? Oysa, kendilerine yazık edenlerden başka hiç kimse, kendisini Allah’ın bu şekilde cezalandırmasından emniyette hissetmez.
100 Önceki sahiplerinin arkasından dünya mülküne vâris olanlar şu gerçeği halâ anlamadılar mı ki, eğer dilemiş olsak, günahlarından dolayı onları da benzer bir helâke düçar ederiz. Ne var ki, (bunu anlayacak durumda değiller; çünkü zulüm, inhiraf ve kibir gibi kötü hasletleri ve işledikleri büyük günahlar sebebiyle) kalblerinin üzerine mühür vuruyoruz da, artık (vahyi duymaz, hiçbir ikaz ve nasihati, olupbiten hadiselerin verdiği dersi) işitmez oluyorlar.
101 İşte (helâk ettiğimiz) o ülkeler: (ey Rasûlüm,) onların ibret dolu tarihlerinden bazı sahneleri sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki, bizzat içlerinden çıkan rasûller onlara apaçık deliller, mucizeler getirdiler. Fakat onlar iman etmediler; çünkü o âna kadar (dış dünyada ve bizzat kendi varlıklarında kendilerine gösterilen) onca delili hep yalanlamış ve yalanlamayı âdet haline getirmişlerdi. Allah, (inkâr kalblerinde yerleşmiş olan) kâfirlerin kalblerini işte böyle mühürlüyor.
102 Onların çoğunda ahde vefa diye bir şey görmedik. Buna karşılık, onların çoğunu ancak, büyük günahları açıktan ve çekinmeden işleyen yoldan çıkmış (fasık)lar olarak bulduk.
103 Adı anılan bütün bu peygamberlerden sonra (insanlığın ve İlâhî Mesaj’ın tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak) Musa’yı, yine âyetlerimizle (apaçık delil ve mucizelerimizle) Firavun’a ve onun ileri gelen yetkililerine gönderdik; fakat onlar da, diğerleri gibi âyetlerimize haksızlık ettiler. Bir defa daha gör ki, o bozguncuların sonları nasıl oldu!
104 “Ey Firavun,” demişti Musa, “şüphesiz ki ben, Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.
105 “Bana gereken, Allah hakkında ancak doğru ne ise onu söylemektir. Şu halde bilin ki size, (benim gibi) sizin de Rabbiniz olan, (benim gibi sizi de yaratan, besleyip büyüten, hayatta tutan) Allah’tan apaçık bir gerçek ve delillerle geldim. Öyleyse İsrail Oğulları’nı sal da, benimle gelsinler.”
106 Firavun, “Madem ki” dedi, “apaçık bir gerçek ve delille geldin, eğer sözünde doğru biri isen, durma göster onu!”
107 Bunun üzerine Musa asâsını bırakıverdi.. bir de ne görsünler, o asâ bir ejderha kesilivermiş!
108 Sonra, (koynuna götürdüğü) sağ elini de sıyırıp çıkarıverdi; o da, orada bulunan herkesin hayret dolu bakışları altında bembeyaz ve parlak mı parlaktı!
109 Firavun’un halkının ileri gelen yetkilileri (Firavun’un idare ve danışma heyeti, konuyu aralarında görüştüler ve) “Bu,” dediler, “(Firavun’un buyurduğu gibi) gerçekten çok bilgin, çok mahir bir büyücü!
110 “Sizi ülkenizden, toprağınızdan çıkarmak istiyor. Bu durumda ne tavsiye edersiniz?”
111 (Ve sonuç olarak Firavun’a) şu mütalâada bulundular: “O’nu da, kardeşini de alıkoy ve bütün şehirlere görevliler sal.
112 “Ne kadar bilgin, mahir büyücü varsa hepsini toplayıp getirsinler.”
113 Bütün büyücüler Firavun’un önünde toplanıp, “Galip geldiğimiz takdirde bize mükâfat var değil mi?” diye sordular.
114 “Tabiî,” dedi Firavun, “o zaman, hiç şüphesiz gözdelerimden olacaksınız!”
115 Büyücüler, “Ey Musa, ister elindekini önce sen at, istersen biz elimizdekini bırakalım!” diye meydan okudular.
116 Musa, “Siz bırakın!” dedi. Büyücüler, son hazırlıklarını yapıp ellerindeki bütün büyü vasıtalarını yere bırakınca, orada bulunan herkesin bakışlarını büyülediler, onları dehşete düşürdüler ve çok büyük bir büyü ortaya koydular.
117 Musa’ya, “Asânı yere bırak!” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, asâ büyücülerin büyü adına ortaya koydukları ne varsa hepsini silip süpürüyor.
118 Neticede hak kendini belli etti ve diğerlerinin bütün yaptıkları boşa çıktı.
119 Oracıkta, (herkesin gözü önünde) Firavun ve takımı yenilip küçük düştüler.
120 Büyücüler ise secdeye kapandılar.
121 “İman ettik” dediler, “O Âlemlerin Rabbine,
122 “Musa’nın ve Harun’un Rabbine!”
123 Firavun, (tehdit ederek) dedi: “Benden izin almadan iman etmek ha? Bu, şu (baş) şehrin yerli halkını sürüp çıkarmak için orada birlikte planladığınız bir oyundur. Başınıza neler gelecek, göreceksiniz!
124 “İşte söylüyorum: Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi darağacında sallandıracağım.”
125 “Biz,” dediler büyücüler, “her halükârda Rabbimize döneceğiz.
126 “Ama sen, başka hiçbir sebeple değil, sadece Rabbimizden bize gelmiş bulunan gerçeklere iman ettik diye bizden intikam alıyorsun.” (Ardından, Allah’a yalvardılar:) “Rabbimiz! Üzerimize sağnak sağnak sabır boşalt ve bizi ancak Müslümanlar olarak vefat ettir!”
127 Firavun kavminin önde gelen yetkilileri, Firavun’a müracaatla: “Musa’yı ve halkını kendi hallerine bırakıp, şu ülkede bozgunculuk yapsınlar, seni ve ilâhlarını terketsinler mi istiyorsun?” dediler. Firavun, “Hayır, bilakis onların erkek çocuklarını öldürecek, kız çocuklarını ise kullanmak üzere alıkoyacağız. Elbette onlara karşı dilediğimizi yapabilecek ve onları ezecek güçteyiz!” cevabını verdi.
128 Musa, kavmine şu tembih ve tesellide bulundu: “Allah’tan yardım dileyin ve sabredin! Şüphesiz ki bütün yeryüzü Allah’ındır. Ona kullarından kimi dilerse onu vâris kılar. Nihaî zafer ise, her zaman kalbleri O’na karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na karşı gelmekten sakınıp, emirlerini yerine getiren (müttakî)lerindir.”
129 (Firavun’un işkencelerine maruz bulunan kavmi, Musa’ya şikâyet dolu) sızlanıyordu: “Biz, sen gelmeden önce de işkenceye maruzduk, şimdi sen geldikten sonra da maruzuz.” Musa ise, (onları hem teselli hem ikaz ederek, şöyle) diyordu: “Ne biliyorsunuz ki, bakarsınız Rabbiniz düşmanınızı helâk eder de, yeryüzünün herhangi bir yerinde size de bir hakimiyet verir. Verir de, siz nasıl davranacaksınız bir de ona bakar.”
130 Gerçekten Firavun oligarşisini yıllarca kıtlık, kuraklık ve gelir darlığına maruz bıraktık ki, düşünüp ibret alsınlar.
131 (Hayatlarının akışı içinde) bolluk ve refah gördükleri zaman, “Bu, bizim hakkımız! Kabiliyet ve çalışmamızın ürünü bu!” derler; kötü bir durumla karşılaştıklarında ise, onu Musa ile beraberindeki mü’minlerde iddia ettikleri uğursuzluğa verirler –Hayır, şunu iyi bilin ki, onların uğur veya uğursuzluk dedikleri her şey, Allah’ın hükmü ve yaratmasıyladır. Ne var ki onların çoğu, ilimle alâkaları olmadığı için bunu bilmiyorlardı.–
132 Ve şöyle derlerdi: “Bizi büyülemek için ne kadar kendince mucize gösterirsen göster, sana asla inanacak değiliz.”
133 (Biz, yine de düşünüp kendilerine gelirler mi diye,) her biri (Ulûhiyet ve Rubûbiyetimizin) bir delili olarak üzerlerine farklı zamanlarda sel baskınları, salgın hastalıklar, ekinlerini mahveden çekirgeler, evlerdeki yiyeceklerine ve kendi bedenlerine üşüşen haşereler ve kurbağalar gönderdik ve bütün sularını kana çevirdik. Ama bütün bunlara rağmen onlar kibir ve inatlarından vazgeçmediler ve sürekli günah hasadıyla meşgul inkârcı bir topluluk olarak kaldılar.
134 Musibet üzerlerine çökünce Musa’ya gelir ve şöyle sızlanırlardı: “Ey Musa, O’nun (Kendi Ulûhiyet ve Rubûbiyetine mukabil sana olan kulluk ve risalet) ahdi (ve dualarını kabul edeceği) sözü hakkı için bizim adımıza Rabbine yalvar. Andolsun, eğer bu musibeti üzerimizden kaldırırsan, hiç şüphen olmasın ki sana inanacak ve yine hiç şüphen olmasın ki, İsrail Oğulları’nı seninle birlikte göndereceğiz.”
135 Biz verdikleri sözü yerine getirebilecekleri bir süre için musibeti üzerlerinden kaldırınca da, sözlerinden hemen dönüveriyorlardı.
136 Bu şekilde, âyetlerimizi yalanlamakta direndikleri ve (onca açıklığına ve kesinliğine rağmen) onları hiç umursamadıkları için, neticede hak ettikleri cezayı verdik ve onları denizde boğduk.
137 (Kaç asırdır) horlanıp ezilen (İsrail Oğulları) halkını da, bereket ve feyizlerle donattığımız o (ŞamFilistin) ülkesinin doğularına ve batılarına (tamamına) vâris kıldık. Böylece (ey Rasûlüm,) İsrail Oğulları’na senin Rabbinin yaptığı, (“Aşağılanıp ezilen o insanlara lütufta bulunacak, onları kendilerine uyulan bir millet yapacak ve onları bereketlerle donattığımız ülkeye mirasçı kılacağız.”) şeklindeki güzel va’di, onların sabretmelerinin neticesinde yerine gelmiş oldu. Firavun’un ve halkının, o sanat ve sanayi ürünü eserlerini ve yükselttikleri köşkleri, sarayları, yetiştirdikleri bağ ve bahçeleri ise yerle bir ettik.
138 İsrail evlâtlarını denizden geçirdik. Derken yolları, günün belli vakitlerini kendilerine has birtakım putlara ibadete ayırıp onlara tapan bir topluluğa uğradı. “Musa!” dediler: “Nasıl şunların birtakım ilâhları varsa bizim için de öyle bir ilâh tayin et.” Musa, “Şurası bir gerçek ki,” diye cevap verdi: “siz, hep böyle cehalet içinde gidip gelen bir topluluksunuz.
139 “İmrendiğiniz şu kimselerin din diye içine düştükleri şey bir helâkten ibarettir ve ibadet kasdıyla işleyegeldikleri bütün ameller de boştur, manâsızdır.”
140 Musa, şöyle devam etti: “O size, (lütuf buyurduğu iman ve gerçek Din sayesinde) bütün diğer milletler üzerinde bir mevki vermişken, ben tutup sizin için Allah’tan başka bir ilâh arayışına mı girecekmişim?”
141 (Ey İsrail Oğulları!) Hem düşünün ki, sizi (en ağır inşaat, taşımacılık ve tarla işlerinde çalıştırmak suretiyle) size en kötü işkenceleri yapan Firavun oligarşisinden kurtardık; ayrıca, erkek çocuklarınızı öldürüyor, kadınlarınızı ise (kendi maksatları istikametinde kullanmak ve yerli Kıptilerle evlenme mecburiyetinde bırakarak nüfusunuzu azaltmak için) sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden, (bir yandan dinde ve Şeriatı fıtriyede gösterdiğiniz ihmalle birlikte günah ve hatalarınızın neticesi olarak ceza, öte yanda, sonuçta önemli bir hayra kapı aralayabilecek) çok büyük bir belâ (imtihan ve tecrübe) vardı.
142 Musa ile, (hayatınızda uygulanmak üzere Tevrat’a nail olabilmeniz maksadıyla) otuz gece için sözleşmiş ve sonra ona on gece daha ilâve etmiştik; böylece ibadetle huzurunda kalması için Rabbisinin O’na ayırdığı süre kırk geceye tamamlanmıştı. Musa, (huzurumuza kabul için kavminden ayrılmadan önce) kardeşi Harun’a şu talimatı verdi: “Kavmim içinde vekilim olarak kal ve daima ıslahçı olup onları güzelce yönet; sakın ha, bozguncuların yoluna uyma!”
143 Derken Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbisi onunla konuştu. (Rabbisiyle konuşmaya mazhar olmanın yakınlığı içinde kendinden geçen Musa, O’nu görme aşk, şevk ve cezbesi içinde,) “Rabbim, Kendini bana göster de Sana bakayım!” dedi. Allah, buyurdu: “Beni (dünyada böyle çıplak gözle) asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde olduğu gibi kalırsa o zaman sen de Beni görebilirsin.” Derken Rabbisi, dağa göre bir tecelli ile tecellide bulunuverdi ve onu paramparça etti; Musa da, (yıldırım çarpmışçasına) cansız gibi düşüp bayıldı. Ne zaman ki kendine geldi ve, “Sen’i tesbih ederim ya Rabbi: her türlü noksanlıktan, yaratılmışa ait her türlü hususiyetten mutlak manâda uzaksın Sen. Bir an için Sen’i görme isteğimden dolayı Sana tevbe ettim ve ben, bu hususta herkesten önde Sana iman ediyorum!” dedi.
144 Allah, şöyle buyurdu: “Ey Musa! Ben seni seçtim ve seni (insanlara iletmek üzere sana vahyettiğim) mesajlarımla ve hitabıma mazhar kılmakla insanlar üzerinde bir mevkie çıkardım. Şimdi sen, (senin için olmayanı talepten vazgeçerek) sana ne vermişsem onu al ve karşılığında her hal, söz ve davranışınla şükredenlerden ol.
145 (Artık Musa, Rabbisiyle olan mülâkat süresini tamamlamış ve kavminin hayatında uygulanmak üzere Kitabı alacak noktaya gelmişti.) Nihayet Biz ona verdiğimiz Levhalar’da, (Allah’a giden yolda) ışık tutucu bir öğüt olacak ve (kavminin iman ve amel adına muhtaç bulunduğu) her konuya açıklık getirecek şekilde ilgili her bir meseleden bahiste bulunduk. “Ey Musa! Bundan böyle artık sen bu Levhalar’a kuvvetle sarıl ve kavmine de, onların içinde bilhassa yerine getirilmesi gereken hükümleri en güzel şekilde hayatlarında uygulamalarını emret. İtaatten çıkan fasıkların yurtlarının ne hale geldiğini (ve onları bekleyen nihaî yurdu) size yakında göstereceğim.
146 “Hiç hakları olmadığı, olması da mümkün bulunmadığı halde yeryüzünde büyüklenip çalım satanları âyetlerimden yüz çevirteceğim. Öyle ki onlar, yolumuzun doğruluğuna dair ne kadar iz, işaret ve delil görürlerse görsünler yine de onlara inanmazlar. Olgunluk ve doğruluk yolunu görseler, onu izlenmesi gereken yol olarak benimsemezler; buna karşılık, eğrilik ve taşkınlık yolunu görseler, hemen onu takip edilecek yol olarak benimserler. Böyle yaparlar, çünkü onlar âyetlerimizi baştan ve peşinen yalanlamış olup, onların anlam ve faydalarını idrakten bütün bütün uzaktırlar.
147 Âyetlerimizi ve bir gün Âhiret’le yüzyüze gelecekleri gerçeğini yalanlayan o kimseler –evet, işte onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Hem, başka nasıl olacaktı ki? Yoksa yaptıklarından başka bir şeyin karşılığını mı göreceklerdi?
148 Musa, Rabbisinin huzuruna çıkmak için aralarından ayrılmasının ardından halkı, ziynet takımlarından böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp onu ilâh edindiler. Onun kendilerine konuşmadığının ve onlara herhangi bir yol göstermediğinin de mi farkında değillerdi? Buna rağmen onu ilâh edindiler ve (bütün kâinat, yaratı lış ve Ulûhiyet gerçeklerinin aksine hareket eden ve böylece bizzat kendilerine de zulmeden) zalimler oldular.
149 Ne zaman ki böyle yapmakla ellerine hasaretten başka bir şey geçmediğini anlayıp eyvah dediler ve sapıp gittiklerini açıkça gördüler, işte o vakit sızlanmaya durdular: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, bu takdirde hiç şüphesiz bütün bütün kaybedenlerden oluruz.”
150 Musa, (Levhalar’ı aldıktan sonra daha dağda iken halkının buzağıya taptığını öğrenince) büyük bir öfke ve üzüntü içinde halkına döndü ve “Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız. Rabbinizin emrini çarçabuk terk mi ediverdiniz?” diye onlara çıkıştı. Levhalar’ı elinden bırakıp, (önce Tevhid sahasında ortaya çıkan ihtilâli bastırmak için) onları uygulamayı tehir etti. Kardeşinin başından tutmuş, onu kendine doğru çekiyordu. Kardeşi, “Anamın oğlu!” dedi: “İnan ki bu topluluk beni bir hiç yerine koydu ve linç edip öldürmeye kalktı. Ne olur, bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğu ile bir tutma!”
151 Musa, (hemen Allah’a yöneldi ve şöyle) yalvardı: “Rabbim! (Bu meseledeki muhtemel ihmal ve kusurlarımızdan dolayı) Beni ve kardeşimi bağışla ve bizi hususî rahmetine dahil et; çünkü Sen, en çok ve en hayırlı merhamet edensin!”
152 Buzağıyı ilâh edinenlerin başlarına hiç şüphesiz Rabbilerinden çetin bir azap, ayrıca dünya hayatında bir zillet gelecektir. Sürekli Allah’a iftira ile meşgul olanları işte böyle cezalandırırız.
153 Kötü işler yapıp sonra da onların ardından pişmanlık ve tevbe ile Allah’a yönelerek gerçekten iman edenlere gelince, (ey Muhammed,) senin Rabbin, böyle bir ıslahı hâlden sonra şüphesiz çok bağışlayandır; (bilhassa Kendisine yönelen kullarına karşı) hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır.
154 Ne zaman ki öfke artık Musa’da susup tesirsiz hale geldi, o zaman O, (halkı arasında uygulamak üzere) Levhalar’ı aldı. O Levhalar’daki yazılarda, Rabbileri karşısında saygı ve korku ile ürperenler için bir hidayet ve rahmet vardı.
155 Derken Musa, (buzağıya tapmaları sebebiyle halkı adına Allah’tan af dilemek ve O’nunla olan ahidlerini yenilemek için) halkı içinden temsilci olarak yetmiş kişi seçip, tayin buyurduğumuz vakitte dağa geldi. (Ama orada o yetmiş kişi, daha önce şahit oldukları onca açık alâmete rağmen, Allah’ı açıkça görmedikçe Musa’nın O’nunla konuştuğuna ve getirdiği hükümlerin O’ndan olduğuna inanmayacaklarını söylediler.) Bunun üzerine onları o korkunç sarsıntı yakalayıverdi ve Musa hemen Allah’a yal varmaya durup, “Rabbim,” dedi, “eğer dileğin öyle olmuş olsaydı, onları ve bu arada beni de daha önceden helâk ederdin. Şimdi içimizde bazı aklı ermezlerin yaptıklarından dolayı mı bizi helâk edeceksin? Hayır, bu ancak Sen’in bir imtihanındır ki, onunla dilediğini saptırır, dilediğini hidayet edersin. Sen, bizim koruyucumuz, has yardımcımız, her işimizde Kendisine güvendiğimiz sahibimizsin; o halde bizi bağışla ve bize merhamet et; çünkü Sen, bağışlamada en hayırlı olansın.
156 “Bizim için bu dünyada iyilik takdir buyur, Âhiret’te de: her durumda Sana yöneldik, Sen’in yolunu tuttuk biz.” (Hak Tealâ da) şöyle karşılık verdi: “Azabımı kimi dilersem onun başına dolarım: (kimse kendi ameliyle ondan kurtulamaz, ancak rahmetimle muamele etmem müstesna; çünkü) rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Bu bakımdan (dünyada ondan herkes istifade etse de, Âhiret’te) onu ancak takva duygusuyla hareket edenler, mallarını Allah yolunda ve muhtaçlar için harcayanlar ve elbette ki, (nazil olup kendilerine tebliğ edildikçe) âyetlerimizin tamamına ve kendilerine gösterilen mucizelere inananlar için takdir buyurup, onlara nasip edeceğim.”
157 Onlar ki, ellerinde bulunan Tevrat ve İncil’de bütün vasıflarıyla kaydedilmiş olduğunu gördükleri ümmî (okuyup yazmamış ve dolayısıyla yazılı kültürden uzak, zihni ve kalbi tamamen vahiyle şekillenmiş bulunan, Allah’tan insanlara elçi, insanlar katında ise) nebî o en büyük Rasûl’e (bütün emir ve yasaklarında) tâbi olurlar. O Rasûl, onlara iyilik, doğruluk ve güzelliği tebliğ ve emretmekte, kötülük, yanlışlık ve çirkinliği yasaklamakta; Allah’ın pak yaratıp pak saydığı bütün sağlıklı yiyecek ve içecekleri onlara helâl, murdar yaratıp murdar saydıklarını ise haram kılmakta ve sırtlarındaki (kendi şeriatlarından kalma) ağır yükü indirip, boyunlarına vurulmuş zincirleri çözmektedir. İşte, O’na bütün samimiyetleriyle iman etmiş bulunanlar, O’nu destekleyen, O’na yardım eden ve (risalet misyonuyla gönderilmesiyle birlikte) O’na indirilmeye başlayan Nûr’a (Kur’ân) tâbi olanlar: işte onlar, (hem dünyada hem de ve bilhassa Âhiret’te) gerçek kurtuluşa erenlerdir.
158 (Ey Rasûlüm! Bütün insanlara) ilân et! “Ey insanlar! Şurası bir gerçek ki ben, hepinize Allah’ın elçisiyim; ki O Allah içindir göklerin ve yerin sahipliği ve mutlak hakimiyeti. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur; hayatı veren O’dur, ölümü de O verir. Şu halde siz de, Allah’a ve O’nun bütün kelimelerine (gönderdiği bütün Kitaplara, bütün hükümlerine, bütün icraatına) iman eden o ümmî Nebî Elçisi’ne iman edin ve O’na tâbi olun ki, böylece doğru yolu bulup, onu takip ediyor olasınız.”
159 Musa’nın halkı içinde hakkı anlatıp onunla insanları doğruya yönlendiren ve hidayetlerine vesile olan, yine hakka dayanarak doğru ve adaletli davranan, doğruluğu ve adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardı.
160 Biz, Musa’nın halkını her biri bir liderin etrafında on iki toplum halinde on iki kabileye ayırdık. Halkı (çölde susuz kalıp da) kendisinden su istediği zaman Musa’ ya, “Asânla taşa vur!” diye vahyettik. O da vurur vurmaz hemen oniki pınar birden fışkırıverdi. Her bir kabile kendi su kaynağını bulmuştu. Yine, (çöl sıcağında) üzerlerine bulutu gölge yaptık ve (yiyecek hiçbir şeyleri yokken) lütf u nimet olarak onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirip şöyle buyurduk: “Size rızık olarak ne lütfetmişsek onların temiz, hoş ve sağlığa zararsız olanlarından yiyin!” Buna rağmen (yine haddi aşıyor, zahmetsiz ayaklarına gelen bu yiyecekler konusunda bile hükümleri dinlemiyor ve böyle yapmakla onlar) bize zulmetmiyor, bizzat kendilerine zulmediyorlardı.
161 Bir vakit de (çölde dolaşıp dururlarken onları nihayet bir beldeye yönlendirdik) ve kendilerine şöyle buyurduk: “Bu beldeye yerleşin ve oradan dilediğiniz şekilde yiyin, için. Dua edin, mağfiret dilenin, sadakat gösterin ve beldenin kapısından âdeta secde halinde, mütevazı ve emirlerimize boyun eğmiş olarak girin (katiyen aşırılık, taşkınlık ve bozgunculuğa düşmeyin ve şımarmayın); Biz de hatalarınızı, sürçmelerinizi bağışlayalım.” İyilikten başka bir şey düşünmeyen ve Bizi görüyormuşçasına, en azından Bizim kendilerini gördüğümüzün şuuru içinde davrananlara ise mükâfatlarını arttıracağız.
162 Buna rağmen, içlerinde bulunan ve yanlışlarında ısrarla kendilerine zulmedenler, onlara söylenen (dua, tevazu, itaat ve sadakat) sözünü değiştirip bir başka şekle koydular (ve denilenin tersini yaptılar). Biz de, üzerlerine zulmedip durmalarından ötürü gökten murdar bir azap indirdik.
163 (Ey Rasûlüm!) Onlara bir de deniz kenarındaki o beldede ne olup bittiğini sor. Hani oranın ahalisi, Sebt (Cumartesi) Günü için Allah’ın koyduğu yasağı açıkça çiğniyorlardı: Sebt Günü’nün hükmünü gözettiklerinde balıklar sahile akın akın geliyor, Sebt’in hükmüne uymadıkları gün ise gelmiyorlardı. Kendileri için konan hükümleri açıktan çiğneyip durmaları sebebiyle onları böyle imtihan ediyorduk.
164 İçlerinde bazıları, diğerlerini yaptıklarından vazgeçirmeye çalışanlara, “Belli ki Allah’ın helâk edeceği veya çok şiddetli bir şekilde cezalandıracağı bir topluluğa ne diye öğüt verip duruyorsunuz?” diyor, onlar da, “Hem Rabbinize karşı (ma’rufu yayıp münkere mani olma sorumluluğumuz açısından) bir mazeretimiz olsun, hem de bir de bakarsınız gittikleri yolun neticesini görüp, Allah’a bu ölçüde karşı gelmekten sakınırlar diye!” şeklinde cevap veriyorlardı.
165 Derken, kendilerine yapılan bütün hatırlatmaları ve verilen öğütleri tamamen kulak ardı ettiler. Biz de, kötülükleri önlemeye çalışanları kurtarıp, zulmü hayat tarzı haline getirenleri açıktan açığa yapıp durdukları bu taşkınlık ve haddi aşmalarından ötürü derdest ettik ve yoksulluk azabıyla kıvrandırdık.
166 Serkeşlik edip, yapmaları yasaklanan fiilleri işlemeyi ısrarla sürdürünce, onlara “Aşağılık ve sefil bir şekilde oraya buraya sığınan, fakat sığındıkları her yerden kovulan maymunlar olun!” dedik.
167 Yine bir zaman da Rabbin, İsrail Oğulları’nın üzerine (fısk ve zulümlerinde devam ettikleri, Allah’tan veya insanlardan bir ipe tutunmadıkları takdirde) Kıyamet’e kadar her defasında onlara en kötü azabı tattıracak kimseleri musallat kılacağını bildirmişti. Şüphesiz senin Rabbin, (vakti geldiğinde) cezalandırması pek çabuk olandır; hiç şüphesiz O, günahları çok bağışlayan, (bilhassa tevbe ile Kendisi’ne yönelenlere ve mü’minlere karşı) hususî merhameti pek bol olandır da.
168 Onları ayrı ayrı topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık. İçlerinde salih (inanç, düşünce, söz ve davranışları itibariyle doğru yolda ve bozgunculuktan uzak) kimseler de vardır, başka türlü olanlar da. Ve onları, git tikleri yanlış yollardan, işledikleri hatalardan dönerler mi diye bazen nimetlerle, güzelliklerle, bazen de musibetlerle imtihan ettik.
169 Bir zaman da içlerinde hayırsız bir nesil türedi ki, Kitaba vâris oldular; ama onu şu dünyanın geçici ve değersiz geçimliğine değişir ve sonra da (tam bir aldanmışlık içinde), “Biz, (Allah’ın seçtiği bir halk ve O’ nun sevgilileri olarak) nasıl olsa bağışlanacağız!” derler. (Böyle demekle yaptıklarının günah olduğunu itiraf etmiş bulunmalarına rağmen,) aynı şekilde yine gayrı meşrû bir geçimlik, bir kazanç zuhur etse onu da almaktan çekinmezler. Peki onlardan, Allah hakkında hak ve gerçek olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair o Kitap gereğince sağlam bir söz alınmamış mıydı? Ve Kitabın içindekileri tekrar tekrar mütalâa edip başkalarına da okutmamışlar mıydı? Ayrıca, Âhiret Yurdu, Allah’a karşı gelmekten ve dolayısıyla O’nun azabından sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. Halâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
170 Kitaba sımsıkı sarılan ve namazı bütün şartlarına riayet ederek, vaktinde ve aksatmadan kılanlara gelince: şurası bir gerçek ki Biz, hem kendilerinin, hem de toplumun ıslahına adanmışların mükâfatını asla zâyi etmeyiz.
171 Bir vakit de o dağı bir gölgelik gibi İsrail Oğulları’nın başlarının üzerine kaldırıp öyle tutmuştuk da, dağın üzerlerine düşüvereceğini sanmışlardı. Böyle yapmamızdaki maksat ve manâ şu idi: “Size verdiğimiz (Kitaba) kuvvetle tutunun ve içindeki (kanun, irşad ve tavsiyeleri) belleyip, aklınızdan katiyen çıkarmayın ki, bu yolla takvaya ulaşarak, (dünyada da, Âhiret’te de başınıza gelebilecek azap ve cezalardan) Allah’ın koruması altına girebilesiniz.”
172 Düşün ki Rabbin, Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları bizzat kendilerine, kendi nefislerine karşı şâhit tutup, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. “Elbette” dediler, “şâhidiz!” Böyle yaptık ki, Kıyamet Günü, “Doğrusu biz Sen’in bizim Rabbimiz olduğundan habersizdik!” demeyesiniz.
173 Veya, “Çok önceden beri atalarımız şirk koşuyordu, biz de onların arkasından gelmiş (ve yapabileceği başka bir şey olmayan) bir nesildik. Bu durumda, Sen’in Rubûbiyetini kabûl etmeyip o bâtıl şirk yolunu başlatanların yaptıklarından dolayı şimdi bizi imha mı edeceksin?” şeklinde bir mazerette de bulunmayasınız.
174 İşte, (yanlış yollarda gidenler) izledikleri bu yollardan döner ve Allah’a yönelirler mi diye iman hakikatlerinin (dış dünyada ve insanın bizzat kendi varlığında sergilenen) delillerini ve (Kur’ân’a dahil) âyetlerimizi bu şekilde detaylarıyla açıklıyoruz.
175 (Ey Rasûlüm!) Bir de onlara âyetlerimiz konusunda kendisini bilgili kıldığımız kişinin ibret verici kıssasını anlat: O adam, (kendisine verdiğimiz bu ilme rağmen, koyunun derisinin yüzülmesi gibi) âyetlerimizden sıyrılıp açıkta kalakaldı; şeytan da onu arkasına taktı ve neticede azgın sapıklardan biri haline geldi.
176 Eğer (iradesiyle yaptığı tercihin rağmına) dilemiş olsaydık, hiç şüphesiz onu âyetlerimiz sayesinde (imanın sağladığı insanî kemalât semasına doğru) yükseltirdik; fakat o, yere çakılıp kalmayı tercih etti ve kendi hevasına uydu. Onun hali köpeğin haline benzer ki, üzerine varıp da uzaklaştırmak için kendisine bir şey atsan, acaba bir kemik midir diye seğirtir ve dili dışarıda solur; kendi haline bırakıp bir şey yapmasan, yine kemik peşinde yanına sokulur ve dili dışarıda solur. İşte, âyetlerimizi yalanlayan bir topluluğun hali böyledir. (Ey Rasûlüm!) Böyle ders ve ibret verici bir kıssayı anlat ki, belki tefekkür melekeleri harekete geçer.
177 Âyetlerimizi yalanlayan ve bizzat kendilerine zulmedip duran bir topluluğun hali, gerçekten de ne kötü bir misaldir.
178 Allah kime hidayet nasip ederse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, artık öyleleri bütün bütün kaybedenlerin ta kendileridir.
179 Yarattığımız cinler ve insanlar içinde (iradelerini yanlış yolda, nefislerinin arzusu istikametinde kullanan) pek çoklarını Cehennem için ayırdık. Onların kalbleri vardır, fakat onlarla meselelerin özüne inip gerçeği idrak edemezler; gözleri vardır, fakat onlarla görülmesi gerekeni göremezler; kulakları vardır, fakat onlarla duyulması gerekeni duyamazlar. Bu halleriyle onlar, küçük veya büyükbaş hayvan sürüsü gibi, hattâ onlardan daha çok insiyaklarına tâbi, yol bilmez ve güdülmeye mahkûmdurlar. Onlardır gerçeklerden bütünüyle habersiz olanlar.
180 Mutlak manâda ve kusursuz derecede güzel isimler Allah’ındır; O’nu bu isimlerle çağırın ve O’na onlarla dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan saparak, (O’nu O’na ait olmayan isimlerle, buna mukabil, edindikleri sahte ilâhları ise O’nun isimleriyle çağıranları) terkedin ve onlara hiç önem vermeyin. Onlar, her ne yapıyorlarsa onun karşılığını göreceklerdir.
181 Yarattıklarımız içinde (Allah’ı Güzel İsimleri’yle gerektiği gibi tanıyan, dolayısıyla) hakka dayanarak insanların hidayetine vesile olan ve yine hakka dayanarak doğru ve adaletli davranan, doğruluğu ve adaleti gerçekleştiren bir topluluk da vardır.
182 Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onları (tuttukları yolun sonucu olarak) hiç farkına varmayacakları şekilde ve hiç bilmedikleri bir yerden adım adım helâke sürükleriz.
183 Onlara belli bir süreye kadar mühlet veririm. (Onlar, bu şekilde hayatta kalmalarını kendilerine bağlasalar da, bu, helâke doğru sürüklenmelerinde haklarındaki hükmün tamamlanması içindir. İşte,) Benim ‘tuzağım’ ve vakti geldiğinde cezalandırmam, kesinlikle karşı konulamaz kuvvettedir.
184 Hiç düşünmezler mi ki, (yıllardır birlikte bulundukları) o arkadaşlarında (Rasûlüllah) delilikten en küçük bir eser yoktur. O ancak, belli ki onları âkıbetleri konusunda uyaran bir uyarıcıdır.
185 Göklerin ve yerin iç boyutuna, onları idare eden muhteşem ve her türlü kusurdan uzak hükümranlığa, ayrıca Allah’ın eşyayı yaratmasına, yarattığı tek bir şeye bir defa olsun dikkat kesilmezler mi? Hem, ecellerinin yaklaşmış olmadığını nereden biliyorlar? (O uyarıcının getirdiği bütün bu gerçekleri ve ikazları ihtiva eden) Kur’ân’a inanmadıktan sonra, artık başka hangi söze inanacaklar?
186 Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek kimse yoktur. Allah, o saptırdıklarını taşkınlıkları içinde gayesiz ve başıboş sürüklenip gitmeye terkeder.
187 (Ey Rasûlüm!) Sana Kıyamet’in ne zaman gelip demir atacağını da soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır.” O’ndan başka kimse onun üzerindeki bilinmezlik perdesini kaldıramaz. Kıyamet, göklerle yer ve onlarda bulunan bütün varlıklar için dayanılması çok zor bir hadisedir. O, size beklenmedik anda ve birden gelir. Sanki sen onun vaktini merakla araştırıyormuşsun ve peygamber olman da onu bilmeni gerektiriyormuş gibi, onu sana ısrarla soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Allah katındadır, fakat insanların çoğu bu gerçeği de bilmezler.”
188 De ki: “Ben, Allah dilemedikçe, (O müsaade edip yolumu açmadıkça, gerekli gücü ve vasıtayı nasip etmedikçe) kendi adıma yarayışlı veya yarayışsız hiçbir şeye muvaffak olamam. Eğer mutlak manâda gaybı, (dolayısıyla gelecekte ne olacağını) da bilmiş olsaydım, (hiç zarar etmeden) sürekli kârda olurdum; hem (ona göre tedbirimi alırdım da,) bana ne bir zarar dokunurdu, ne de başıma bir kötülük gelirdi. Ben sadece, inanmaya açık bir topluluk için onları (her türlü dalâlet yollarına ve bu yolların sonuçlarına karşı) uyarıcı, (iman ve salih amelin karşılığında ise Allah’ın af, rahmet ve mükâfatını) müjdeleyiciyim.
189 O Allah ki, sizi tek bir nefisten yarattı ve onunla aynı tür ve mahiyetten de kendisiyle ünsiyet etsin diye eşini var etti. Derken, bu ikisi bir araya gelip de erkek eşini bürüyünce, kadın belli belirsiz hafif bir yük yüklenir ve onu bir zaman taşır. Nihayet taşıdığı yük ağırlaşınca, eşler birlikte, bir endişe ve telaşla Rabbileri olan Allah’a yönelme gereği duyar ve “Eğer bize sağlıklı, eli ayağı yerinde bir çocuk verirsen, andolsun biz de karşılığında şükredenlerden oluruz!” diye içten içe yalvarmaya dururlar.
190 Nihayet Allah onlara diledikleri gibi sağlıklı, eliayağı yerinde bir çocuk verir (ve bu şekilde birbirini takiben nesiller meydana gelir). Ama annebabalar, Allah’ın kendilerine verdiği bu nesiller sebebiyle, (onları tabiata ve sebeplere havale etme veya onlardaki güzellik ve başarıları ya bizzat kendilerinden veya çocukların kendilerinden bilme, ya da onlardan dolayı Allah’ı unutup, kendilerini tamamen onlara hasretme gibi yollarla) Allah’a ortaklar koşarlar. Oysa Allah, Kendisine ortak koşanların ortak koşmasından da, koştukları ortaklardan da mutlak manâda aşkındır, nihayet derecede uzaktır.
191 Bir şey yaratmak şöyle dursun, bizzat kendileri yaratılmış bulunan varlıkları mı O’na ortak tanıyorlar?
192 Ve onlara hiçbir yardımı olmayan, bırakın onlara yardım etmeyi, kendilerine bile yardımı dokunmayan varlıkları mı?
193 (Ey müşrikler! O varlıklar nasıl ilâh ve Allah’a ortak olabilirler ki, bırakın hidayet etmeyi, dualara cevap vermeyi, onları ilâh edinip Allah’a ortak tanıyan) siz, onları iyi bir yola, hayırlı bir maksada çağıracak olsanız, bu çağrınıza bile cevap veremezler. Onlara ister böyle bir davette bulunmuşsunuz, ister bütün bütün sükût durmuşsunuz, hiç farketmez.
194 Allah’tan başka kendilerine yönelip yalvardığınız, dua ve ibadet ettiğiniz ne ve kim varsa hepsi sizin gibi yaratılmış kullardır. Siz (başka türlü düşünüyor, başka türlü itikad ediyorsanız ve bu düşünce ve itikadınızda) samimi iseniz, haydi onlara yalvarıp dua edin de, size cevap versinler!
195 Nasıl cevap versinler ki, onların yürümek için ayakları mı var? Yoksa tutmak için elleri mi var? Veya görmek için gözleri mi var? Yahut işitmek için kulakları mı var? (Ey Rasûlüm! Onlara) de ki: “Haydi, Allah’a ortak tanıdığınız ne varsa çağırın, onlara yalvarın, sonra da bana karşı istediğiniz tuzağı kurun ve elinizden geliyorsa bir an bile göz açtırmayın.
196 “Benim sahibim ve koruyucum, Kitabı fasıl fasıl indirmekte olan Allah’tır ve O, bütün salihleri korur, sahiplenir.
197 “Sizin O’nu bırakıp da kendilerine yalvarıp yardıma çağırdığınız (reisleriniz, her türden sahte ilâhlarınız), size en küçük bir yardımda bulunamadıkları gibi, (Allah’ın izni olmadıkça) bizzat kendilerine bile en ufak bir yardımları dokunmaz.
198 “Onları hayırlı bir maksada, size rehberlik yapmaya çağırsanız, onu da işitmezler, (çünkü kulaklarına söz girmez).” (Ey insan!) Onlarla karşılaştığında sana baktıklarını görür (ve gerçekten gördüklerini sanırsın). Oysa onlar (bakar ama) görmezler, hisleri ve idrakleri ölmüştür.”
199 Sen (ey Rasûlüm,) her şeye rağmen müsamaha yolunu tut; iyiliği, güzel ve faydalı davranışları yaymaya çalış ve (gittikleri yoldan da, ne yaptıklarından da habersiz) o cahillere aldırış etme.
200 Eğer (davette bulunurken, ibadet ederken, günlük hayatın esnasında) şeytandan herhangi bir dürtme hissedersen, hemen Allah’a sığın. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir; hakkıyla bilendir.
201 Kalbleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na isyandan, dolayısıyla bu isyanın getireceği cezadan sakınanlar: eğer onlara şeytandan bir sinyal ilişecek olsa hemen kendilerini toparlar ve Allah’ı hatırlarlar; ve artık basiretleri tam yerindedir.
202 Şeytanların (o insan görünümlü inkârcı) kardeşlerine gelince: şeytanlar, onları düştükleri isyan bataklığında daha da sürükler durur; sonra yakalarını da hiç bırakmazlar.
203 (Ey Rasûlüm!) Onlara istedikleri türden bir mucize getirmediğin zaman veya bazen vahiy kesildiğinde, “Demek uyduramadın, bulupbuluşturamadın ha!” derler. De ki: “Ben ancak, bana Rabbimden ne vahyolunuyorsa ona uyarım. İşte bu Kur’ân, (sizi yaratan, büyüten, koruyan, rızıklandıran) Rabbinizden gözlerinizi açacak, gerçeği görmenize yardımcı olacak iç idrak ışıklarıdır ve inanmaya açık bir topluluk için hidayet kaynağı ve (hayal bile edemeyeceğiniz genişlik ve berekette) bir rahmettir.”
204 Kur’ân okunurken hemen dikkat kesilip ona kulak verin, susup dinleyin ki, rahmete erdirilesiniz.
205 Rabbini sabah ve akşam içten içe, yalvararak, ürpererek, yüksek olmayan (fakat kendinin işitebileceği) bir sesle zikret ve sakın gafillerden olma.
206 Hiç şüphesiz, Rabbinin huzurunda bulunan (melek)ler, asla büyüklenip de O’na kulluk ve ibadetten geri kalmaz; (her türlü noksanlıktan, ortağı olmaktan, insancin gibi şuurlu varlıkların O’na atfettiği bütün uygunsuz vasıflardan) O’nu daima tenzih ve yalnızca O’na secde ederler.
                    Arapça No
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
الٓمٓصٓۜ 1
كِتَابٌ اُنْزِلَ اِلَيْكَ فَلَا يَكُنْ ف۪ي صَدْرِكَ حَرَجٌ مِنْهُ لِتُنْذِرَ بِه۪ وَذِكْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَ 2
اِتَّبِعُوا مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَا تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۜ قَل۪يلاً مَا تَذَكَّرُونَ 3
وَكَمْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا فَجَٓاءَهَا بَأْسُنَا بَيَاتاً اَوْ هُمْ قَٓائِلُونَ 4
فَمَا كَانَ دَعْوٰيهُمْ اِذْ جَٓاءَهُمْ بَأْسُنَٓا اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اِنَّا كُنَّا ظَالِم۪ينَ 5
فَلَنَسْـَٔلَنَّ الَّذ۪ينَ اُرْسِلَ اِلَيْهِمْ وَلَنَسْـَٔلَنَّ الْمُرْسَل۪ينَۙ 6
فَلَنَقُصَّنَّ عَلَيْهِمْ بِعِلْمٍ وَمَا كُنَّا غَٓائِب۪ينَ 7
وَالْوَزْنُ يَوْمَئِذٍۨ الْحَقُّۚ فَمَنْ ثَقُلَتْ مَوَاز۪ينُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ 8
وَمَنْ خَفَّتْ مَوَاز۪ينُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ بِمَا كَانُوا بِاٰيَاتِنَا يَظْلِمُونَ 9
وَلَقَدْ مَكَّنَّاكُمْ فِي الْاَرْضِ وَجَعَلْنَا لَكُمْ ف۪يهَا مَعَايِشَۜ قَل۪يلاً مَا تَشْكُرُونَ۟ 10
وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَۗ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ لَمْ يَكُنْ مِنَ السَّاجِد۪ينَ 11
قَالَ مَا مَنَعَكَ اَلَّا تَسْجُدَ اِذْ اَمَرْتُكَۜ قَالَ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْهُۚ خَلَقْتَن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ينٍ 12
قَالَ فَاهْبِطْ مِنْهَا فَمَا يَكُونُ لَكَ اَنْ تَتَكَبَّرَ ف۪يهَا فَاخْرُجْ اِنَّكَ مِنَ الصَّاغِر۪ينَ 13
قَالَ اَنْظِرْن۪ٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ 14
قَالَ اِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَر۪ينَ 15
قَالَ فَبِمَٓا اَغْوَيْتَن۪ي لَاَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَق۪يمَۙ 16
ثُمَّ لَاٰتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ اَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَٓائِلِهِمْۜ وَلَا تَجِدُ اَكْثَرَهُمْ شَاكِر۪ينَ 17
قَالَ اخْرُجْ مِنْهَا مَذْؤُ۫ماً مَدْحُوراًۜ لَمَنْ تَبِعَكَ مِنْهُمْ لَاَمْلَـَٔنَّ جَهَنَّمَ مِنْكُمْ اَجْمَع۪ينَ 18
وَيَٓا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ فَكُلَا مِنْ حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هٰذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِم۪ينَ 19
فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُ۫رِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْاٰتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهٰيكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هٰذِهِ الشَّجَرَةِ اِلَّٓا اَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ اَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِد۪ينَ 20
وَقَاسَمَـهُمَٓا اِنّ۪ي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِح۪ينَۙ 21
فَدَلّٰيهُمَا بِغُرُورٍۚ فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ بَدَتْ لَهُمَا سَوْاٰتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِۜ وَنَادٰيهُمَا رَبُّهُمَٓا اَلَمْ اَنْهَكُمَا عَنْ تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ وَاَقُلْ لَكُمَٓا اِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُب۪ينٌ 22
قَالَا رَبَّـنَا ظَلَمْنَٓا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ 23
قَالَ اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ وَلَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ 24
قَالَ ف۪يهَا تَحْيَوْنَ وَف۪يهَا تَمُوتُونَ وَمِنْهَا تُخْرَجُونَ۟ 25
يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ قَدْ اَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاساً يُوَار۪ي سَوْاٰتِكُمْ وَر۪يشاً۠ وَلِبَاسُ التَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌۜ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ 26
يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَٓا اَخْرَجَ اَبَوَيْكُمْ مِنَ الْجَنَّةِ يَنْزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَا لِيُرِيَهُمَا سَوْاٰتِهِمَاۜ اِنَّهُ يَرٰيكُمْ هُوَ وَقَب۪يلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۜ اِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاط۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ لِلَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ 27
وَاِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً قَالُوا وَجَدْنَا عَلَيْهَٓا اٰبَٓاءَنَا وَاللّٰهُ اَمَرَنَا بِهَاۜ قُلْ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَأْمُرُ بِالْفَحْشَٓاءِۜ اَتَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ 28
قُلْ اَمَرَ رَبّ۪ي بِالْقِسْطِ۠ وَاَق۪يمُوا وُجُوهَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَادْعُوهُ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۜ كَمَا بَدَاَكُمْ تَعُودُونَۜ 29
فَر۪يقاً هَدٰى وَفَر۪يقاً حَقَّ عَلَيْهِمُ الضَّلَالَةُۜ اِنَّهُمُ اتَّخَذُوا الشَّيَاط۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ 30
يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ خُذُوا ز۪ينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُواۚ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِف۪ينَ۟ 31
قُلْ مَنْ حَرَّمَ ز۪ينَةَ اللّٰهِ الَّت۪ٓي اَخْرَجَ لِعِبَادِه۪ وَالطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِۜ قُلْ هِيَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ كَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ 32
قُلْ اِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالْاِثْمَ وَالْبَغْيَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاَنْ تُشْرِكُوا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِه۪ سُلْطَاناً وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ 33
وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ 34
يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ اِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ اٰيَات۪يۙ فَمَنِ اتَّقٰى وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ 35
وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ 36
فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ يَنَالُهُمْ نَص۪يبُهُمْ مِنَ الْكِتَابِۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا يَتَوَفَّوْنَهُمْۙ قَالُٓوا اَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ قَالُوا ضَلُّوا عَنَّا وَشَهِدُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ اَنَّهُمْ كَانُوا كَافِر۪ينَ 37
قَالَ ادْخُلُوا ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ فِي النَّارِۜ كُلَّمَا دَخَلَتْ اُمَّةٌ لَعَنَتْ اُخْتَهَاۜ حَتّٰٓى اِذَا ادَّارَكُوا ف۪يهَا جَم۪يعاًۙ قَالَتْ اُخْرٰيهُمْ لِاُو۫لٰيهُمْ رَبَّنَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اَضَلُّونَا فَاٰتِهِمْ عَذَاباً ضِعْفاً مِنَ النَّارِۜ قَالَ لِكُلٍّ ضِعْفٌ وَلٰكِنْ لَا تَعْلَمُونَ 38
وَقَالَتْ اُو۫لٰيهُمْ لِاُخْرٰيهُمْ فَمَا كَانَ لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْسِبُونَ۟ 39
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا لَا تُفَتَّحُ لَهُمْ اَبْوَابُ السَّمَٓاءِ وَلَا يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتّٰى يَلِجَ الْجَمَلُ ف۪ي سَمِّ الْخِيَاطِۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُجْرِم۪ينَ 40
لَهُمْ مِنْ جَهَنَّمَ مِهَادٌ وَمِنْ فَوْقِهِمْ غَوَاشٍۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الظَّالِم۪ينَ 41
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَا نُكَلِّفُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۘ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ 42
وَنَزَعْنَا مَا ف۪ي صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُۚ وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُۚ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّۜ وَنُودُٓوا اَنْ تِلْكُمُ الْجَنَّةُ اُو۫رِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ 43
وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابَ النَّارِ اَنْ قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقاًّ فَهَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقاًّۜ قَالُوا نَعَمْۚ فَاَذَّنَ مُؤَذِّنٌ بَيْنَهُمْ اَنْ لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِم۪ينَۙ 44
اَلَّذ۪ينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ كَافِرُونَۜ 45
وَبَيْنَـهُمَا حِجَابٌۚ وَعَلَى الْاَعْرَافِ رِجَالٌ يَعْرِفُونَ كُلاًّ بِس۪يمٰيهُمْۚ وَنَادَوْا اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ لَمْ يَدْخُلُوهَا وَهُمْ يَطْمَعُونَ 46
وَاِذَا صُرِفَتْ اَبْصَارُهُمْ تِلْقَٓاءَ اَصْحَابِ النَّارِۙ قَالُوا رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ۟ 47
وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْاَعْرَافِ رِجَالاً يَعْرِفُونَهُمْ بِس۪يمٰيهُمْ قَالُوا مَٓا اَغْنٰى عَنْكُمْ جَمْعُكُمْ وَمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ 48
اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمْتُمْ لَا يَنَالُهُمُ اللّٰهُ بِرَحْمَةٍۜ اُدْخُلُوا الْجَنَّةَ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمْ وَلَٓا اَنْتُمْ تَحْزَنُونَ 49
وَنَادٰٓى اَصْحَابُ النَّارِ اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ اَف۪يضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَٓاءِ اَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُۜ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِر۪ينَۙ 50
اَلَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَهُمْ لَهْواً وَلَعِباً وَغَرَّتْهُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَاۚ فَالْيَوْمَ نَنْسٰيهُمْ كَمَا نَسُوا لِقَٓاءَ يَوْمِهِمْ هٰذَاۙ وَمَا كَانُوا بِاٰيَاتِنَا يَجْحَدُونَ 51
وَلَقَدْ جِئْنَاهُمْ بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلٰى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ 52
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا تَأْو۪يلَهُۜ يَوْمَ يَأْت۪ي تَأْو۪يلُهُ يَقُولُ الَّذ۪ينَ نَسُوهُ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّۚ فَهَلْ لَنَا مِنْ شُفَعَٓاءَ فَيَشْفَعُوا لَـنَٓا اَوْ نُرَدُّ فَنَعْمَلَ غَيْرَ الَّذ۪ي كُنَّا نَعْمَلُۜ قَدْ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ۟ 53
اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثاًۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ۜ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ 54
اُدْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعاً وَخُفْيَةًۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَۚ 55
وَلَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفاً وَطَمَعاًۜ اِنَّ رَحْمَتَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ مِنَ الْمُحْسِن۪ينَ 56
وَهُوَ الَّذ۪ي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْراً بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۜ حَتّٰٓى اِذَٓا اَقَلَّتْ سَحَاباً ثِقَالاً سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ فَاَنْزَلْنَا بِهِ الْمَٓاءَ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۜ كَذٰلِكَ نُخْرِجُ الْمَوْتٰى لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ 57
وَالْبَلَدُ الطَّيِّبُ يَخْرُجُ نَبَاتُهُ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۚ وَالَّذ۪ي خَبُثَ لَا يَخْرُجُ اِلَّا نَكِداًۜ كَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَشْكُرُونَ۟ 58
لَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحاً اِلٰى قَوْمِه۪ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ 59
قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِه۪ٓ اِنَّا لَنَرٰيكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ 60
قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ ب۪ي ضَلَالَةٌ وَلٰكِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ 61
اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنْصَحُ لَكُمْ وَاَعْلَمُ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ 62
اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْ وَلِتَتَّقُوا وَلَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ 63
فَكَذَّبُوهُ فَاَنْجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَاَغْرَقْنَا الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْماً عَم۪ينَ۟ 64
وَاِلٰى عَادٍ اَخَاهُمْ هُوداًۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اَفَلَا تَتَّقُونَ 65
قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ٓ اِنَّا لَنَرٰيكَ ف۪ي سَفَاهَةٍ وَاِنَّا لَنَظُنُّكَ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ 66
قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ ب۪ي سَفَاهَةٌ وَلٰكِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ 67
اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنَا۬ لَكُمْ نَاصِحٌ اَم۪ينٌ 68
اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْۜ وَاذْكُرُٓوا اِذْ جَعَلَكُمْ خُلَـفَٓاءَ مِنْ بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ وَزَادَكُمْ فِي الْخَلْقِ بَصْۣـطَةًۚ فَاذْكُرُٓوا اٰلَٓاءَ اللّٰهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ 69
قَالُٓوا اَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللّٰهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬نَاۚ فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ 70
قَالَ قَدْ وَقَعَ عَلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ رِجْسٌ وَغَضَبٌۜ اَتُجَادِلُونَن۪ي ف۪ٓي اَسْمَٓاءٍ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَا نَزَّلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ فَانْتَظِرُٓوا اِنّ۪ي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِر۪ينَ 71
فَاَنْجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَقَطَعْنَا دَابِرَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَمَا كَانُوا مُؤْمِن۪ينَ۟ 72
وَاِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَـالِـحاًۢ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْۜ هٰذِه۪ نَاقَةُ اللّٰهِ لَكُمْ اٰيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ ف۪ٓي اَرْضِ اللّٰهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُٓوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ 73
وَاذْ‌كُرُٓوا اِذْ جَعَلَكُمْ خُلَـفَٓاءَ مِنْ بَعْدِ عَادٍ وَبَوَّاَكُمْ فِي الْاَرْضِ تَتَّخِذُونَ مِنْ سُهُولِهَا قُصُوراً وَتَنْحِتُونَ الْجِبَالَ بُيُوتاًۚ فَاذْكُـرُٓوا اٰلَٓاءَ اللّٰهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَ 74
قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لِلَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِمَنْ اٰمَنَ مِنْهُمْ اَتَعْلَمُونَ اَنَّ صَالِحاً مُرْسَلٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قَالُٓوا اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلَ بِه۪ مُؤْمِنُونَ 75
قَالَ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا اِنَّا بِالَّـذ۪ٓي اٰمَنْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ 76
فَعَقَرُوا النَّاقَةَ وَعَتَوْا عَنْ اَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُوا يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ 77
فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَ 78
فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَـكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُحِبُّونَ النَّاصِح۪ينَ 79
وَلُوطاً اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ٓ اَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ اَحَدٍ مِنَ الْعَالَم۪ينَ 80
اِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِنْ دُونِ النِّسَٓاءِۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ 81
وَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اَخْرِجُوهُمْ مِنْ قَرْيَتِكُمْۚ اِنَّهُمْ اُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ 82
فَاَنْجَيْنَاهُ وَاَهْلَهُٓ اِلَّا امْرَاَتَهُۘ كَانَتْ مِنَ الْغَابِر۪ينَ 83
وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَراًۜ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِم۪ينَ۟ 84
وَاِلٰى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْباًۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَوْفُوا الْكَيْلَ وَالْم۪يزَانَ وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ اَشْيَٓاءَهُمْ وَلَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَاۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَۚ 85
وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِه۪ وَتَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ وَاذْكُرُٓوا اِذْ كُنْتُمْ قَل۪يلاً فَكَثَّرَكُمْۖ وَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ 86
وَاِنْ كَانَ طَٓائِفَةٌ مِنْكُمْ اٰمَنُوا بِالَّـذ۪ٓي اُرْسِلْتُ بِه۪ وَطَٓائِفَةٌ لَمْ يُؤْمِنُوا فَاصْبِرُوا حَتّٰى يَحْكُمَ اللّٰهُ بَيْنَنَاۚ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِم۪ينَ 87
قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَٓا اَوْ لَتَعُودُنَّ ف۪ي مِلَّتِنَاۜ قَالَ اَوَلَوْ كُنَّا كَارِه۪ينَ 88
قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اِنْ عُدْنَا ف۪ي مِلَّتِكُمْ بَعْدَ اِذْ نَجّٰينَا اللّٰهُ مِنْهَاۜ وَمَا يَكُونُ لَـنَٓا اَنْ نَعُودَ ف۪يهَٓا اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ رَبُّنَاۜ وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَيْءٍ عِلْماًۜ عَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْنَاۜ رَبَّـنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَاَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِح۪ينَ 89
وَقَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَئِنِ اتَّبَعْتُمْ شُعَيْباً اِنَّكُمْ اِذاً لَخَاسِرُونَ 90
فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَۚۛ 91
اَلَّذ۪ينَ كَذَّبُوا شُعَيْباً كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا ف۪يهَاۚۛ اَلَّذ۪ينَ كَذَّبُوا شُعَيْباً كَانُوا هُمُ الْخَاسِر۪ينَ 92
فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَكُمْۚ فَكَيْفَ اٰسٰى عَلٰى قَوْمٍ كَافِر۪ينَ۟ 93
وَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّٓا اَخَذْنَٓا اَهْلَهَا بِالْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ 94
ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّئَةِ الْحَسَنَةَ حَتّٰى عَفَوْا وَقَالُوا قَدْ مَسَّ اٰبَٓاءَنَا الضَّرَّٓاءُ وَالسَّرَّٓاءُ فَاَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ 95
وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ 96
اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتاً وَهُمْ نَٓائِمُونَۜ 97
اَوَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ 98
اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ۟ 99
اَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَٓا اَنْ لَوْ نَشَٓاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْۚ وَنَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ 100
تِلْكَ الْقُرٰى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْـبَٓائِهَاۚ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۚ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۜ كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الْكَافِر۪ينَ 101
وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍۚ وَاِنْ وَجَدْنَٓا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِق۪ينَ 102
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَظَلَمُوا بِهَاۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ 103
وَقَالَ مُوسٰى يَا فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ 104
حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۜ 105
قَالَ اِنْ كُنْتَ جِئْتَ بِاٰيَةٍ فَأْتِ بِهَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ 106
فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ 107
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟ 108
قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ 109
يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ 110
قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ 111
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَل۪يمٍ 112
وَجَٓاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُٓوا اِنَّ لَنَا لَاَجْراً اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ 113
قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ 114
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْق۪ينَ 115
قَالَ اَلْقُواۚ فَلَمَّٓا اَلْقَوْا سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَٓاؤُ۫ بِسِحْرٍ عَظ۪يمٍ 116
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَۚ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ 117
فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ 118
فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ 119
وَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۚ 120
قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ 121
رَبِّ مُوسٰى وَهٰرُونَ 122
قَالَ فِرْعَوْنُ اٰمَنْتُمْ بِه۪ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۚ اِنَّ هٰذَا لَمَكْرٌ مَكَرْتُمُوهُ فِي الْمَد۪ينَةِ لِتُخْرِجُوا مِنْهَٓا اَهْلَهَاۚ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ 123
لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ ثُمَّ لَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ 124
قَالُٓوا اِنَّٓا اِلٰى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَۚ 125
وَمَا تَنْقِمُ مِنَّٓا اِلَّٓا اَنْ اٰمَنَّا بِاٰيَاتِ رَبِّنَا لَمَّا جَٓاءَتْنَاۜ رَبَّـنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً وَتَوَفَّـنَا مُسْلِم۪ينَ۟ 126
وَقَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اَتَذَرُ مُوسٰى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ وَيَذَرَكَ وَاٰلِهَتَكَۜ قَالَ سَنُقَتِّلُ اَبْنَٓاءَهُمْ وَنَسْتَحْـي۪ نِسَٓاءَهُمْۚ وَاِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ 127
قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِهِ اسْتَع۪ينُوا بِاللّٰهِ وَاصْبِرُواۚ اِنَّ الْاَرْضَ لِلّٰهِۚ يُورِثُهَا مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ 128
قَالُٓوا اُو۫ذ۪ينَا مِنْ قَبْلِ اَنْ تَأْتِيَنَا وَمِنْ بَعْدِ مَا جِئْتَنَاۜ قَالَ عَسٰى رَبُّكُمْ اَنْ يُهْلِكَ عَدُوَّكُمْ وَيَسْتَخْلِفَكُمْ فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ۟ 129
وَلَقَدْ اَخَذْنَٓا اٰلَ فِرْعَوْنَ بِالسِّن۪ينَ وَنَقْصٍ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ 130
فَاِذَا جَٓاءَتْهُمُ الْحَسَنَةُ قَالُوا لَنَا هٰذِه۪ۚ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَطَّيَّرُوا بِمُوسٰى وَمَنْ مَعَهُۜ اَلَٓا اِنَّمَا طَٓائِرُهُمْ عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ 131
وَقَالُوا مَهْمَا تَأْتِنَا بِه۪ مِنْ اٰيَةٍ لِتَسْحَرَنَا بِهَاۙ فَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِن۪ينَ 132
فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الطُّوفَانَ وَالْجَرَادَ وَالْقُمَّلَ وَالضَّفَادِعَ وَالدَّمَ اٰيَاتٍ مُفَصَّلَاتٍ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْماً مُجْرِم۪ينَ 133
وَلَمَّا وَقَعَ عَلَيْهِمُ الرِّجْزُ قَالُوا يَا مُوسَى ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِنْدَكَۚ لَئِنْ كَشَفْتَ عَنَّا الرِّجْزَ لَنُؤْمِنَنَّ لَكَ وَلَنُرْسِلَنَّ مَعَكَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۚ 134
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الرِّجْزَ اِلٰٓى اَجَلٍ هُمْ بَالِغُوهُ اِذَا هُمْ يَنْكُثُونَ 135
فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَاَغْرَقْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِل۪ينَ 136
وَاَوْرَثْنَا الْقَوْمَ الَّذ۪ينَ كَانُوا يُسْتَضْعَفُونَ مَشَارِقَ الْاَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَاۜ وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنٰى عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ بِمَا صَبَرُواۜ وَدَمَّرْنَا مَا كَانَ يَصْنَعُ فِرْعَوْنُ وَقَوْمُهُ وَمَا كَانُوا يَعْرِشُونَ 137
وَجَاوَزْنَا بِبَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ الْبَحْرَ فَاَتَوْا عَلٰى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلٰٓى اَصْنَامٍ لَهُمْۚ قَالُوا يَا مُوسَى اجْعَلْ لَـنَٓا اِلٰهاً كَمَا لَهُمْ اٰلِهَةٌۜ قَالَ اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ 138
اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مُتَبَّرٌ مَا هُمْ ف۪يهِ وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ 139
قَالَ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪يكُمْ اِلٰهاً وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ 140
وَاِذْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۚ يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ۟ 141
وَوٰعَدْنَا مُوسٰى ثَلٰث۪ينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ م۪يقَاتُ رَبِّه۪ٓ اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةًۚ وَقَالَ مُوسٰى لِاَخ۪يهِ هٰرُونَ اخْلُفْن۪ي ف۪ي قَوْم۪ي وَاَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِـعْ سَب۪يلَ الْمُفْسِد۪ينَ 142
وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكاًّ وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ 143
قَالَ يَا مُوسٰٓى اِنِّي اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسَالَات۪ي وَبِكَلَام۪يۘ فَخُذْ مَٓا اٰتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ 144
وَكَتَبْنَا لَهُ فِي الْاَلْوَاحِ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَوْعِظَةً وَتَفْص۪يلاً لِكُلِّ شَيْءٍۚ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَأْمُرْ قَوْمَكَ يَأْخُذُوا بِاَحْسَنِهَاۜ سَاُر۪يكُمْ دَارَ الْفَاسِق۪ينَ 145
سَاَصْرِفُ عَنْ اٰيَاتِيَ الَّذ۪ينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَاۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلاًۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلاًۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِل۪ينَ 146
وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَلِقَٓاءِ الْاٰخِرَةِ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْۜ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ۟ 147
وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوسٰى مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلاً جَسَداً لَهُ خُوَارٌۜ اَلَمْ يَرَوْا اَنَّهُ لَا يُكَلِّمُهُمْ وَلَا يَهْد۪يهِمْ سَب۪يلاًۢ اِتَّخَذُوهُ وَكَانُوا ظَالِم۪ينَ 148
وَلَمَّا سُقِطَ ف۪ٓي اَيْد۪يهِمْ وَرَاَوْا اَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّواۙ قَالُوا لَئِنْ لَمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ 149
وَلَمَّا رَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفاًۙ قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُون۪ي مِنْ بَعْد۪يۚ اَعَجِلْتُمْ اَمْرَ رَبِّكُمْۚ وَاَلْقَى الْاَلْوَاحَ وَاَخَذَ بِرَأْسِ اَخ۪يهِ يَجُرُّهُٓ اِلَيْهِۜ قَالَ ابْنَ اُمَّ اِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُون۪ي وَكَادُوا يَقْتُلُونَن۪يۘ فَلَا تُشْمِتْ بِيَ الْاَعْدَٓاءَ وَلَا تَجْعَلْن۪ي مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ 150
قَالَ رَبِّ اغْفِرْ ل۪ي وَلِاَخ۪ي وَاَدْخِلْنَا ف۪ي رَحْمَتِكَۘ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ۟ 151
اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُفْتَر۪ينَ 152
وَالَّذ۪ينَ عَمِلُوا السَّيِّـَٔاتِ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِهَا وَاٰمَنُواۘ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ 153
وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ وَف۪ي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ 154
وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪ينَ رَجُلاً لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَمَّٓا اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۜ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَـهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۜ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ 155
وَاكْتُبْ لَنَا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَٓا اِلَيْكَۜ قَالَ عَذَاب۪ٓي اُص۪يبُ بِه۪ مَنْ اَشَٓاءُۚ وَرَحْمَت۪ي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍۜ فَسَاَكْتُبُهَا لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِاٰيَاتِنَا يُؤْمِنُونَۚ 156
اَلَّذ۪ينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذ۪ي يَجِدُونَهُ مَكْتُوباً عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِۘ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّت۪ي كَانَتْ عَلَيْهِمْۜ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِه۪ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّـذ۪ٓي اُنْزِلَ مَعَهُٓۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ۟ 157
قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعاًۨ الَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۖ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الْاُمِّيِّ الَّذ۪ي يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِه۪ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ 158
وَمِنْ قَوْمِ مُوسٰٓى اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ 159
وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ اَسْبَاطاً اُمَماًۜ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اِذِ اسْتَسْقٰيهُ قَوْمُهُٓ اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَۚ فَانْبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناًۜ قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْۜ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰىۜ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْۜ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ 160
وَاِذْ ق۪يلَ لَهُمُ اسْكُنُوا هٰذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ وَقُولُوا حِطَّةٌ وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً نَغْفِرْ لَكُمْ خَط۪ٓيـَٔاتِكُمْۜ سَنَز۪يدُ الْمُحْسِن۪ينَ 161
فَبَدَّلَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلاً غَيْرَ الَّذ۪ي ق۪يلَ لَهُمْ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزاً مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ۟ 162
وَسْـَٔلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّت۪ي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِۢ اِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِ اِذْ تَأْت۪يهِمْ ح۪يتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعاً وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَۙ لَا تَأْت۪يهِمْۚ كَذٰلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ 163
وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْماًۙۨ اللّٰهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَاباً شَد۪يداًۜ قَالُوا مَعْذِرَةً اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ 164
فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه۪ٓ اَنْجَيْنَا الَّذ۪ينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّٓوءِ وَاَخَذْنَا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَـ۪ٔيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ 165
فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِـ۪ٔينَ 166
وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۜ اِنَّ رَبَّكَ لَسَر۪يعُ الْعِقَابِۚ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ 167
وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْاَرْضِ اُمَماًۚ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۘ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّـَٔاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ 168
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُۜ اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ م۪يثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِۜ وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ 169
وَالَّذ۪ينَ يُمَسِّكُونَ بِالْكِتَابِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَۜ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ الْمُصْلِح۪ينَ 170
وَاِذْ نَتَقْنَا الْجَبَلَ فَوْقَهُمْ كَاَنَّهُ ظُلَّةٌ وَظَنُّٓوا اَنَّهُ وَاقِعٌ بِهِمْۚ خُذُوا مَٓا اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ۟ 171
وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ 172
اَوْ تَقُولُٓوا اِنَّـمَٓا اَشْرَكَ اٰبَٓاؤُ۬نَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْۚ اَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ 173
وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ 174
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّـذ۪ٓي اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاو۪ينَ 175
وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلٰكِنَّهُٓ اَخْلَدَ اِلَى الْاَرْضِ وَاتَّـبَعَ هَوٰيهُۚ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِۚ اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْۜ ذٰلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ 176
سَٓاءَ مَثَلاًۨ الْقَوْمُ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاَنْفُسَهُمْ كَانُوا يَظْلِمُونَ 177
مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَد۪يۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ 178
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يراً مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ 179
وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَاۖ وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ 180
وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟ 181
وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَۚ 182
وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ 183
اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍۜ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ 184
اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ 185
مَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَا هَادِيَ لَهُۜ وَيَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ 186
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ 187
قُلْ لَٓا اَمْلِكُ لِنَفْس۪ي نَفْعاً وَلَا ضَراًّ اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ وَلَوْ كُنْتُ اَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِۚ وَمَا مَسَّنِيَ السُّٓوءُ اِنْ اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ وَبَش۪يرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ۟ 188
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ اِلَيْهَاۚ فَلَمَّا تَغَشّٰيهَا حَمَلَتْ حَمْلاً خَف۪يفاً فَمَرَّتْ بِه۪ۚ فَلَمَّٓا اَثْقَلَتْ دَعَوَا اللّٰهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ اٰتَيْتَنَا صَالِحاً لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ 189
فَلَمَّٓا اٰتٰيهُمَا صَالِحاً جَعَلَا لَهُ شُرَكَٓاءَ ف۪يمَٓا اٰتٰيهُمَاۚ فَتَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ 190
اَيُشْرِكُونَ مَا لَا يَخْلُقُ شَيْـٔاً وَهُمْ يُخْلَقُونَۘ 191
وَلَا يَسْتَط۪يعُونَ لَهُمْ نَصْراً وَلَٓا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ 192
وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدٰى لَا يَتَّبِعُوكُمْۜ سَوَٓاءٌ عَلَيْكُمْ اَدَعَوْتُمُوهُمْ اَمْ اَنْتُمْ صَامِتُونَ 193
اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ عِبَادٌ اَمْثَالُكُمْ فَادْعُوهُمْ فَلْيَسْتَج۪يبُوا لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ 194
اَلَهُمْ اَرْجُلٌ يَمْشُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اَيْدٍ يَبْطِشُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اَعْيُنٌ يُبْصِرُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۜ قُلِ ادْعُوا شُرَكَٓاءَكُمْ ثُمَّ ك۪يدُونِ فَلَا تُنْظِرُونِ 195
اِنَّ وَلِـِّيَ اللّٰهُ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْكِتَابَۘ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِح۪ينَ 196
وَالَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَسْتَط۪يعُونَ نَصْرَكُمْ وَلَٓا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ 197
وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدٰى لَا يَسْمَعُواۜ وَتَرٰيهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ 198
خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ 199
وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِۜ اِنَّهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ 200
اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا اِذَا مَسَّهُمْ طَٓائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَاِذَا هُمْ مُبْصِرُونَۚ 201
وَاِخْوَانُهُمْ يَمُدُّونَهُمْ فِي الْغَيِّ ثُمَّ لَا يُقْصِرُونَ 202
وَاِذَا لَمْ تَأْتِهِمْ بِاٰيَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَاۜ قُلْ اِنَّـمَٓا اَتَّبِـعُ مَا يُوحٰٓى اِلَيَّ مِنْ رَبّ۪يۚ هٰذَا بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ 203
وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ 204
وَاذْكُرْ رَبَّكَ ف۪ي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخ۪يفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِل۪ينَ 205
اِنَّ الَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ 206
                    Ayet No
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
الٓمٓصٓۜ
ElifLâmMîmSâd.
1
كِتَابٌ اُنْزِلَ اِلَيْكَ فَلَا يَكُنْ ف۪ي صَدْرِكَ حَرَجٌ مِنْهُ لِتُنْذِرَ بِه۪ وَذِكْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَ
(Ey Rasûlüm!) Bu, sana indirilmiş bir kitaptır ki, –(onu tebliğ etme işinde ve insanların ona inanmayacakları endişesiyle) göksünde sakın bir daralma olmasın– onunla insanları (gittikleri yolun neticeleri konusunda) uyarasın ve mü’minler için de bir öğüt, bir hatırlatmadır o.
2
اِتَّبِعُوا مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَا تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۜ قَل۪يلاً مَا تَذَكَّرُونَ
(Ey insanlar!) Rabbinizden size indirilen (Kur’ân’a) tâbi olun ve Allah’tan başka işlerinizi kendilerine havale edeceğiniz birtakım dost, koruyucu ve sahipler edinip de onlara tâbi olmayın. Uyarılara ne kadar az kulak veriyor ve ne de az düşünüp, az ders alıyorsunuz!
3
وَكَمْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا فَجَٓاءَهَا بَأْسُنَا بَيَاتاً اَوْ هُمْ قَٓائِلُونَ
(Uyarılara kulak asmayan) nice memleketleri helâk ettik ve zorlu baskınımız, onların başında (en gafil oldukları anlarda) ya gece uykusu ya da gündüz uykusu esnasında birden patlayıverdi.
4
فَمَا كَانَ دَعْوٰيهُمْ اِذْ جَٓاءَهُمْ بَأْسُنَٓا اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اِنَّا كُنَّا ظَالِم۪ينَ
O zorlu baskınımız başlarına geldiğinde son söz ve çığlıkları ancak, “Biz, gerçekten zalimlerdik!” demek oldu.
5
فَلَنَسْـَٔلَنَّ الَّذ۪ينَ اُرْسِلَ اِلَيْهِمْ وَلَنَسْـَٔلَنَّ الْمُرْسَل۪ينَۙ
Kendilerine rasûl gönderdiğimiz insanları, (rasûllerin davetine uyarak gereğini yerine getirip getirmedikleri konusunda) elbette sorguya çekeceğiz ve yine elbette, (tebliğ vazifeleri ve gönderildikleri toplumların tavırları hakkında da) o rasûllere soracak ve şahitliklerini isteyeceğiz.
6
فَلَنَقُصَّنَّ عَلَيْهِمْ بِعِلْمٍ وَمَا كُنَّا غَٓائِب۪ينَ
Ve olup biten her şeyi kesin bir bilgiye dayanarak anlatacağız onlara; Biz, hiçbir zaman kimsenin yaptığından uzakta, habersiz ve o yapılanları kaydetmiyor değildik.
7
وَالْوَزْنُ يَوْمَئِذٍۨ الْحَقُّۚ فَمَنْ ثَقُلَتْ مَوَاز۪ينُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
O gün tartı haktır: (herkesin dünyada yaptıkları mutlaka tartılacak ve kesin netice ortaya çıkacaktır). Artık kimin (hakka uygun) iyilikleri olur da bunlar tartıda ağır basarsa, onlar nihaî başarı ve kurtuluşa ermiş olanlardır.
8
وَمَنْ خَفَّتْ مَوَاز۪ينُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ بِمَا كَانُوا بِاٰيَاتِنَا يَظْلِمُونَ
Buna karşılık, kimin de hakka uygun ve makbul iyilikleri olmayıp tartıları hafif gelirse, öyleleri de, âyetlerimizi hiçe sayan ve onlara karşı sürekli haksızlık etmiş olmalarından dolayı kendi öz canlarını en büyük ziyana uğratmış olanlardır.
9
وَلَقَدْ مَكَّنَّاكُمْ فِي الْاَرْضِ وَجَعَلْنَا لَكُمْ ف۪يهَا مَعَايِشَۜ قَل۪يلاً مَا تَشْكُرُونَ۟
Şurası bir gerçek ki ey insanlar, Biz sizi yeryüzünde yerleştirip, orada size imkânlar bahşettik ve sizin için pek çok geçim vasıta ve kaynakları var ettik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!
10
وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَۗ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ لَمْ يَكُنْ مِنَ السَّاجِد۪ينَ
Sizi varlık âlemine çıkardık; sonra size (mahiyetinize en uygun, en güzel) şekil ve sureti verdik; sonra da meleklere (ilmini, üstünlüğünü, yeryüzünde halifeliğe liyakatini kabul ve ona hilâfet vazifesinde yardım manâsında) “Âdem’e secde edin!” diye emrettik. Hepsi hemen secde etti, ama (kendisine de secde emredildiği halde, cinlerden olan) İblis etmedi: (diretti ve) secde edenlerden olmadı.
11
قَالَ مَا مَنَعَكَ اَلَّا تَسْجُدَ اِذْ اَمَرْتُكَۜ قَالَ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْهُۚ خَلَقْتَن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ينٍ
Allah, “Sana emrettiğim halde, seni (Âdem’e) secde etmekten alıkoyan nedir?” diye sordu. İblis, “Ben, ondan hayırlıyım. Beni bir tür ateşten yarattın; onu ise bir tür çamurdan yarattın!” dedi.
12
قَالَ فَاهْبِطْ مِنْهَا فَمَا يَكُونُ لَكَ اَنْ تَتَكَبَّرَ ف۪يهَا فَاخْرُجْ اِنَّكَ مِنَ الصَّاغِر۪ينَ
Allah, şöyle buyurdu: “Çabuk in oradan; bulunduğun o yerde ve konumda sana öyle büyüklenme hakkı tanınmamıştır. Derhal çık, artık sen zelil ve alçaklardansın.”
13
قَالَ اَنْظِرْن۪ٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
Şeytan, şöyle dedi: “Öldükten sonra diriltilecekleri Gün’e kadar bana süre tanı.”
14
قَالَ اِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَر۪ينَ
Allah buyurdu: “Sana, kendilerine (yeryüzünde) belli bir süre tanınmış olan (insan nesli var olduğu müddetçe) süre tanınmıştır.
15
قَالَ فَبِمَٓا اَغْوَيْتَن۪ي لَاَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَق۪يمَۙ
Şeytan, devam etti: “Öyleyse, madem Sen beni azdırıp saptırdın, ben de andolsun, o insanları saptırmak için Sen’in dosdoğru yolunun üzerine oturacağım.
16
ثُمَّ لَاٰتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ اَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَٓائِلِهِمْۜ وَلَا تَجِدُ اَكْثَرَهُمْ شَاكِر۪ينَ
“Oturup, kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından kendilerine yaklaşacağım. Onların çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın!”
17
قَالَ اخْرُجْ مِنْهَا مَذْؤُ۫ماً مَدْحُوراًۜ لَمَنْ تَبِعَكَ مِنْهُمْ لَاَمْلَـَٔنَّ جَهَنَّمَ مِنْكُمْ اَجْمَع۪ينَ
Allah, emretti: “Çık oradan; artık bütün bütün yerilmiş ve kovulmuş bulunuyorsun. İnsanlardan da kim sana uyarsa, iyi bilin ki hiç şüphesiz Cehennem’i sizlerle (sen ve yardımcılarınla birlikte, sana uyarak senin gibi şeytanlaşan insanlarla) dolduracağım.”
18
وَيَٓا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ فَكُلَا مِنْ حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هٰذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِم۪ينَ
(Allah, sonra Âdem’i eşiyle birlikte cennete koydu ve şöyle buyurdu): “Ey Âdem, eşinle birlikte cennete yerleş. (Baştan sona nimetler ve istifade yurdu olan) oradan dilediğiniz şekilde yiyin, istifade edin, fakat şu ağaca yaklaşmayın; aksi halde, yanlış yapıp da kendilerine yazık edenlerden olursunuz.”
19
فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُ۫رِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْاٰتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهٰيكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هٰذِهِ الشَّجَرَةِ اِلَّٓا اَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ اَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِد۪ينَ
Derken şeytan, gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa çıkarmak ve fıtratlarında yer alıp da o ana kadar farkında olmadıkları her türlü nefsanî arzuyu harekete geçirmek için her ikisine de fısıldadı ve şu telkinde bulundu: “Rabbiniz bu ağacı size başka bir sebeple değil, ancak burada sonsuz saltanat sahibi iki melik olmayasınız veya sonsuzca hayat sürenlerden olmayasınız diye yasakladı.”
20
وَقَاسَمَـهُمَٓا اِنّ۪ي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِح۪ينَۙ
Bir de ardından, “Ben sizin ancak iyiliğinizi istiyor ve bu bakımdan size öğüt veriyorum!” diye yemin üstüne yemin etti.
21
فَدَلّٰيهُمَا بِغُرُورٍۚ فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ بَدَتْ لَهُمَا سَوْاٰتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِۜ وَنَادٰيهُمَا رَبُّهُمَٓا اَلَمْ اَنْهَكُمَا عَنْ تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ وَاَقُلْ لَكُمَٓا اِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
Böylece, (Allah adına ettiği yeminle) onları aldattı ve konumlarına yakışmayan bir işe sürükledi: O (yasaklanmış) ağaçtan tadar tatmaz, birden edep yerleri (ve bütün beşerî hususiyetleri) kendilerine açılıp belli oluverdi ve oraları cennet yapraklarıyla hemen örtmeye giriştiler. Bu sırada, Rabbileri onlara seslendi: “Ben sizi o ağaçtan men etmemiş ve size ‘Şüphesiz şeytan, ikiniz için de apaçık bir düşmandır!’ dememiş miydim?”
22
قَالَا رَبَّـنَا ظَلَمْنَٓا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
Hemen yalvarmaya durdular: “Ey bizim Rabbimiz! Biz, kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize hususî rahmetinle muamelede bulunmazsan, hiç şüphesiz ebedî kaybedenlerden oluruz!”
23
قَالَ اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ وَلَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ
Allah buyurdu: “İnin, artık (yeryüzünde) kiminiz kiminize düşmansınız (ve böyle bir hayat süreceksiniz. Zaten içindeki her şey sizin için yaratılmış bulunan ve orada hilâfetiniz takdirim olan) yeryüzünde belli bir süreye kadar mesken tutup kalacak ve oradan tam yararlanacaksınız!”
24
قَالَ ف۪يهَا تَحْيَوْنَ وَف۪يهَا تَمُوتُونَ وَمِنْهَا تُخْرَجُونَ۟
Yine buyurdu: “Bundan böyle o yeryüzünde yaşayacak, orada ölecek ve yeniden oradan diriltilip çıkarılacaksınız!”
25
يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ قَدْ اَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاساً يُوَار۪ي سَوْاٰتِكُمْ وَر۪يشاً۠ وَلِبَاسُ التَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌۜ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
Ey Âdem’in çocukları! Bakın, size edep yerlerinizi örten (değişik şekil ve türlerde) elbise ile, ayrıca onun üzerine giyip süsleneceğiniz giysiler indirdik. Ama unutmayın ki, takva elbisesi var ya, işte o en güzel, en hayırlı elbisedir. (Diğer elbiselerle edep yerlerinizi ve vücudunuzu kat kat örterken, takva elbisesiyle ise, fıtratınızdaki sizi hayadan mahrum bırakan ve edep yerlerinizi açığa çıkaran menfî görünümlü hususiyetlerin üstünü örter ve ayrıca kat kat faziletlerle donanırsınız.)” Bütün bunlar, Allah’ın (gerçeği gösteren) delilleri ve vahyettiği âyetlerindendir. Olur ki insanlar, üzerlerinde düşünüp ders alırlar.
26
يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَٓا اَخْرَجَ اَبَوَيْكُمْ مِنَ الْجَنَّةِ يَنْزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَا لِيُرِيَهُمَا سَوْاٰتِهِمَاۜ اِنَّهُ يَرٰيكُمْ هُوَ وَقَب۪يلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۜ اِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاط۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ لِلَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ
Ey Âdem’in çocukları! Şeytan nasıl anne–babanızın üzerinden (takva) elbisesini sıyırıp, onlara edep yerlerini (ve mahiyetlerindeki bütün beşerî hususiyetleri) göstermiş ve onları cennetten çıkarmışsa, aynı şekilde sakın sizi de dünyada tâbi tutulduğunuz imtihanlarda kaybetmenize sebep olarak benzer bir belânın içine atmasın! O sizi görür; o da, kabilesi de, sizin onları göremeyeceğiniz yerlerden sizi görürler. Doğrusu Biz, şeytanları iman etmeyenlere yoldaş, dost ve onların işbirlikçileri yaptık.
27
وَاِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً قَالُوا وَجَدْنَا عَلَيْهَٓا اٰبَٓاءَنَا وَاللّٰهُ اَمَرَنَا بِهَاۜ قُلْ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَأْمُرُ بِالْفَحْشَٓاءِۜ اَتَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
O iman etmeyenler, (Kâbe’yi çıplak tavaf etme gibi) çirkin bir iş işlediklerinde “Biz, atalarımızı da aynı işi yaparken gördük (ve onların izinden gidiyoruz); kaldı ki, Allah da bize böyle emretti.” derler. (Ey Rasûlüm,) de ki: “Allah, asla çirkin bir işi emretmez. Yoksa siz, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri konuşuyor olmayasınız?”
28
قُلْ اَمَرَ رَبّ۪ي بِالْقِسْطِ۠ وَاَق۪يمُوا وُجُوهَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَادْعُوهُ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۜ كَمَا بَدَاَكُمْ تَعُودُونَۜ
Yine, şöyle de: “Benim Rabbim, her işte ve her bakımdan doğruyu, dengeli ve adaletli olmayı emreder.” Her ibadetinizde bütün varlığınızla O’na yönelin ve Din’de O’nun rızasından başka hiçbir şey gözetme yerek tam bir ihlâsla O’na yalvarın. (Dünya hayatının) başında sizi nasıl kılmışsa, (bu hayatın sonunda ve ölümünüzün ardından O’na) aynı şekilde dönersiniz:
29
فَر۪يقاً هَدٰى وَفَر۪يقاً حَقَّ عَلَيْهِمُ الضَّلَالَةُۜ اِنَّهُمُ اتَّخَذُوا الشَّيَاط۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ
(İki grup halinde:) bir grubu hidayet buyurmuş, diğer grup ise dalâlete müstahak olmuş olarak. Dalâlette olanlar, Allah’ı bırakıp şeytanları yoldaş, dost ve işlerine vekil edinmişlerdir; bir de kendilerini doğruya yönlendirilmiş zannetmektedirler.
30
يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ خُذُوا ز۪ينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُواۚ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِف۪ينَ۟
Ey Âdem’in çocukları! Her ne zaman namaza (veya tavaf gibi bir başka ibadete) duracak olsanız (çıplak, başkalarına rahatsızlık verici ve tiksindirici bir halde bulunmayın;) temiz ve güzel olan elbisenizi giyin (ve en güzel heyet ve surette bulunun. Yeme ve içmenizde de meşrû sınırlar içinde kalın ve Allah’ın helâl kıldığı yiyecekleri haram kılmayarak) yiyin, için, fakat (yiyip içmenizde ve daha başka şekillerde) israfa gitmeyin. Hiç şüphesiz Allah, müsrifleri sevmez.
31
قُلْ مَنْ حَرَّمَ ز۪ينَةَ اللّٰهِ الَّت۪ٓي اَخْرَجَ لِعِبَادِه۪ وَالطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِۜ قُلْ هِيَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ كَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
(Ey Rasûlüm!) De ki: “Allah’ın, kulları için yaratıp ortaya çıkardığı (ve bitkilerden, hayvanlardan ve madenlerden elde edilen helâl) giyim, takı ve eşyayı, ayrıca rızık türünden temiz, hoş ve sağlığa zararsız yiyecek ve içecekleri kim haram kılabilir ki?” Yine de: “Onların hepsi, dünya hayatında (başkaları da şüphesiz onlardan faydalanmakla birlikte, temelde) mü’minler içindir; Kıyamet Günü ise sadece mü’minler içindir.” Yolumuzun işaretleri olan gerçekleri, ilimle alâkası bulunan ve öğrenmek maksadıyla araştıran bir topluluk için işte böyle detaylarıyla açıklıyoruz.
32
قُلْ اِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالْاِثْمَ وَالْبَغْيَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاَنْ تُشْرِكُوا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِه۪ سُلْطَاناً وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
De ki: “Rabbim, ancak açığıyla gizlisiyle (zina, eşcinsellik ve namuslu kadınlara iftira gibi) bütün yüz kızartıcı çirkin işleri, günah olduğunda şüphe bulunmayan (içki ve her türlü şans oyunlarını; kan, leş, domuz eti gibi yiyecekleri; rüşvet, gasp, yolsuzluk, hırsızlık gibi muameleleri); (Din’e, cana, mala, ırza, akla) karşı işlenmiş ve haksızlığında şüphe olmayan her türlü tecavüzü; Allah’ın, (güya ilâh ve ma’bud kabûl edilebileceklerine dair) haklarında herhangi bir delil indirmesi asla mümkün bulunmayan birtakım nesneleri O’na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz ve ilme dayanmayan yakışıksız sözler söyleyip gerçek dışı iddialarda bulunmanızı haram kılmıştır.”
33
وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ
Bilin ki, her ümmet için takdir edilmiş bir süre vardır. Bu sürenin sonu geldiğinde, onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.
34
يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ اِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ اٰيَات۪يۙ فَمَنِ اتَّقٰى وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
(Dolayısıyla, iradenizle şekillenen ve başlangıcı gibi bir de sonu olan bu yeryüzü hayatıyla ilgili olarak şöyle hükmettik): Ey Âdem’in çocukları! Ne zaman size içinizden Benim âyetlerimi okuyup anlatan rasûller gelir de, kim onlara muhalefet etmekten sakınıp Benim korumam altına girer ve halini ıslah ettiği gibi umumî sulh adına da hareket ederse, onlar için (özellikle Âhiret’te de) herhangi bir korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de.
35
وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
Buna karşılık, âyetlerimizi yalanlayan ve onların karşısında büyüklük taslayarak inanmayı kibirlerine yediremeyenler ise, öyleleri Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdırlar ve orada sonsuzca kalacaklardır.
36
فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ يَنَالُهُمْ نَص۪يبُهُمْ مِنَ الْكِتَابِۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا يَتَوَفَّوْنَهُمْۙ قَالُٓوا اَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ قَالُوا ضَلُّوا عَنَّا وَشَهِدُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ اَنَّهُمْ كَانُوا كَافِر۪ينَ
Uydurdukları yalanları Allah’a isnat ederek O’na iftirada bulunan veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?! Öylelerinin Kitap’tan (takdirden ömür ve rızık noktasında) nasipleri ne ise kendilerine erişecektir. Ama sonunda elçilerimiz (ölüm melekleri) başlarında durup canlarını alırken, “Allah’tan gayri ilâh ve ma’bud tanıyıp dua ve ibadet ettikleriniz hani nerede?” diye sorarlar. “Bizi bırakıp ortadan kayboluverdiler!” der ve böylece kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik yaparlar.
37
قَالَ ادْخُلُوا ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ فِي النَّارِۜ كُلَّمَا دَخَلَتْ اُمَّةٌ لَعَنَتْ اُخْتَهَاۜ حَتّٰٓى اِذَا ادَّارَكُوا ف۪يهَا جَم۪يعاًۙ قَالَتْ اُخْرٰيهُمْ لِاُو۫لٰيهُمْ رَبَّنَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اَضَلُّونَا فَاٰتِهِمْ عَذَاباً ضِعْفاً مِنَ النَّارِۜ قَالَ لِكُلٍّ ضِعْفٌ وَلٰكِنْ لَا تَعْلَمُونَ
Allah da şöyle buyurur: “Katılın insanlardan ve cinlerden sizden önce geçen toplulukların arasına, girin onlarla beraber Ateş’e!” Bu şekilde bir topluluk Ateş’e girdikçe yoldaşlarına lânet eder. Nihayet hepsi orada toplanıp bir araya geldiklerinde, sonrakiler öncekiler hakkında şöyle der: “Ey Rabbimiz! Şunlar bizi yoldan çıkardılar; bu sebeple onlara iki kat Ateş azabı çektir!” Allah, şöyle buyurur: “(Saptıranlar, hem kendileri sapıp hem de başkalarını saptırdığı, diğerleri ise onlara uyup saptığı ve onları taklit ettikleri için,) her birinize iki kat azap var, fakat siz bilmiyorsunuz.”
38
وَقَالَتْ اُو۫لٰيهُمْ لِاُخْرٰيهُمْ فَمَا كَانَ لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْسِبُونَ۟
Bu defa öncekiler diğerlerine şöyle söylenir: “Gördünüz ya, sizin bizden bir üstünlüğünüz, bize karşı bir ayrıcalığınız yok. O halde, bizzat kendi kazandığınız (günahlar karşılığında) tadın şu azabı!”
39
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا لَا تُفَتَّحُ لَهُمْ اَبْوَابُ السَّمَٓاءِ وَلَا يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتّٰى يَلِجَ الْجَمَلُ ف۪ي سَمِّ الْخِيَاطِۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُجْرِم۪ينَ
Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onların karşısında büyüklük taslayarak inanmayı kibirlerine yediremeyenlere gök kapıları açılmayacak, (yaptıkları bazı güzel işler bile kabul görmeyecek) ve deve iğne deliğinden geçmedikçe onlar da Cennet’e giremeyeceklerdir. Hayatları günah hasadından ibaret inkârcı suçluları işte böyle cezalandırırız.
40
لَهُمْ مِنْ جَهَنَّمَ مِهَادٌ وَمِنْ فَوْقِهِمْ غَوَاشٍۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الظَّالِم۪ينَ
Onların hakkı, Cehennem (ateşin)den bir yatak ve üzerlerinde de yine aynı ateşten örtülerdir. Zalimleri işte böyle cezalandırırız.
41
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَا نُكَلِّفُ نَفْساً اِلَّا وُسْعَهَاۘ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
İman edip, imanlarının gerektirdiği istikamette doğru, yerinde, sağlam ve ıslaha yönelik işler yapanlar ise –ki Biz, hiç kimseye kapasitesinin üzerinde bir sorumluluk yüklemeyiz– onlar Cennet’in yârânı ve yoldaşlarıdırlar; orada sonsuzca kalacaklardır.
42
وَنَزَعْنَا مَا ف۪ي صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُۚ وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُۚ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّۜ وَنُودُٓوا اَنْ تِلْكُمُ الْجَنَّةُ اُو۫رِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
Göğüslerinde (diğer mü’minlere karşı dünyada iken) kin, haset ve suizan kabilinden ne varsa hepsini çeker alırız –ırmaklar akar ayaklarının altından. Hamd ve şükür duygularıyla dopdolu olarak, “Bizi dünyada iken bahşettiği hidayetin neticesinde bu nimetlere erdiren Allah’a hamdolsun. Eğer Allah bizi bu yola erdirmemiş olsaydı, biz kendimiz asla ona ulaşamazdık. Rabbimizin elçilerinin bize gerçeği getirdikleri apaçık ortada!” derler. O anda kendilerine seslenilir: “İşte, (dünyada iken) yapmayı tabiat haline getirdiğiniz güzel işlerden dolayı vâris kılındığınız (muhteşem) Cennet!”
43
وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابَ النَّارِ اَنْ قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقاًّ فَهَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقاًّۜ قَالُوا نَعَمْۚ فَاَذَّنَ مُؤَذِّنٌ بَيْنَهُمْ اَنْ لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِم۪ينَۙ
Cennet ehli, Ateş’in yârânına seslenir: “İşte görüyorsunuz: Biz, Rabbimizin bize va’dettiğini gerçek bulduk; siz de Rabbinizin size va’dettiğinin gerçek olduğunu gördünüz mü?” Diğerleri, “Evet!” derler. Derken, aralarında duran bir görevli, “Allah’ın lâneti bütün zalimlerin üzerine olsun!” diye bağırır.
44
اَلَّذ۪ينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ كَافِرُونَۜ
–O zalimler, insanları Allah’ın yolundan alıkoymakta ve o yolun eğriliğini, keyiflerine göre eğrilip bükülmesini ve eğri tanınmasını arzu etmekte ve onu böyle göstermeye çalışmaktadırlar. Onlar, Âhiret’e ise bütün bütün kâfirdirler.–
45
وَبَيْنَـهُمَا حِجَابٌۚ وَعَلَى الْاَعْرَافِ رِجَالٌ يَعْرِفُونَ كُلاًّ بِس۪يمٰيهُمْۚ وَنَادَوْا اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ لَمْ يَدْخُلُوهَا وَهُمْ يَطْمَعُونَ
İki taraf arasında bir perde bulunur; (Cennet ile Cehennem arasındaki) surun kuleleri (A’râf) üzerinde her iki tarafı simalarından tanıyan bazı zatlar da vardır: Cennet ehline “Selâm size!” diye seslenirler; onlar henüz Cennet’e girmemiş olup, girmeyi şiddetle arzulamakta ve beklemektedirler.
46
وَاِذَا صُرِفَتْ اَبْصَارُهُمْ تِلْقَٓاءَ اَصْحَابِ النَّارِۙ قَالُوا رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ۟
Gözleri Ateş’in yârânı tarafına kayınca, (onların o ürpertici halleri karşısında) “Rabbimiz, bizi şu zalimler topluluğu ile beraber eyleme!” diye dua ederler.
47
وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْاَعْرَافِ رِجَالاً يَعْرِفُونَهُمْ بِس۪يمٰيهُمْ قَالُوا مَٓا اَغْنٰى عَنْكُمْ جَمْعُكُمْ وَمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ
Yüksek kulelerin üzerindeki o topluluk, (dünyada iken küfrün önde gelenleri olan ve) simalarından tanıdıkları bazı kimselere de seslenir ve “Gördünüz ya! (Bugün size) ne topladığınız mallarınız, ne onca taraftarlarınız, ne de büyüklük taslamalarınız ve çalımlarınız fayda verdi!” derler.
48
اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمْتُمْ لَا يَنَالُهُمُ اللّٰهُ بِرَحْمَةٍۜ اُدْخُلُوا الْجَنَّةَ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمْ وَلَٓا اَنْتُمْ تَحْزَنُونَ
(Cennet ehlini göstererek,) “Şunlar değil miydi,” diye sorarlar, “haklarında ‘Allah onlara asla bizden esirgediği bir lütufla iltifatta bulunmaz!’ diye yemin edip hor gördükleriniz!?” (Bu arada Cennet ehline seslenilir): “Girin şimdi Cennet’e! Sizin için herhangi bir korku söz konusu değildir ve siz asla üzülmeyeceksiniz de!”
49
وَنَادٰٓى اَصْحَابُ النَّارِ اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ اَف۪يضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَٓاءِ اَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُۜ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِر۪ينَۙ
Derken Ateş’in yârânı Cennet ehline, “Ne olur, lütfen suyunuzdan veya Allah’ın size nasip ettiği diğer nimetlerden biraz da bize doğru dökün!” diye seslenirler. Cennet ehli ise, “Ama Allah, o suyu da, diğer nimetleri de kâfirlere haram kılmıştır!” diye mukabelede bulunur.
50
اَلَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَهُمْ لَهْواً وَلَعِباً وَغَرَّتْهُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَاۚ فَالْيَوْمَ نَنْسٰيهُمْ كَمَا نَسُوا لِقَٓاءَ يَوْمِهِمْ هٰذَاۙ وَمَا كَانُوا بِاٰيَاتِنَا يَجْحَدُونَ
O kâfirler ki, dinlerini oyun ve eğlence edinip, din adına oyun ve eğlence türünden şeylerle meşgul olmuşlardı; dünya hayatı kendilerini aldatmıştı. Onlar nasıl kendilerini bekleyen bu önemli günle yüz yüze gelmeyi unutmuşlardı ve âyetlerimiz karşısında ayak direyip onları inkâr ediyorlardı, işte Biz de bugün onları öyle unutur, (affetme ve nimet verme hususunda) hiç hatırlamayız.
51
وَلَقَدْ جِئْنَاهُمْ بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلٰى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
İşte onlara, mutlak bir bilgiye dayalı olarak manâsını ve hükümlerini tek tek açıkladığımız, (her bir manâ ve hükmüne) iman edecek bir topluluk için hidayetin kaynağı ve (tahmin bile edemeyecekleri hayırlarla dolu) rahmet olan bir Kitap getirdik (gönderdik).
52
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا تَأْو۪يلَهُۜ يَوْمَ يَأْت۪ي تَأْو۪يلُهُ يَقُولُ الَّذ۪ينَ نَسُوهُ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّۚ فَهَلْ لَنَا مِنْ شُفَعَٓاءَ فَيَشْفَعُوا لَـنَٓا اَوْ نُرَدُّ فَنَعْمَلَ غَيْرَ الَّذ۪ي كُنَّا نَعْمَلُۜ قَدْ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ۟
Fakat onlar, “Hele bakalım bu iş nereye varacak?” diye, sadece bu Kitaba davetin âkıbetini mi gözlüyorlar? Onun haber verdiği âkıbet geldiği gün, daha önce onu nisyana gömenler, “Andolsun, Rabbimizin elçileri bize gerçeğin ta kendisini getirmişlerdi, (ama biz kulak asmadık.) Şimdi (Rabbimiz) katında şefaatçiler bulunur mu ki bize şefaat etsinler? Veya geri döndürülmemiz mümkün olmaz mı ki, bu defa daha önce yaptıklarımızın tam tersini yapalım?” diye hayıflanırlar. Ne var ki onlar, kendi felâketlerini bizzat kendileri hazırladılar ve kendilerine en büyük zararı verdiler. Uydurdukları sahte ilâhları da onları yüzüstü bırakıp, görünmez oluverdi.
53
اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثاًۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ۜ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ
Rabbiniz Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı; sonra da Arş’ın üzerine istiva buyurdu: geceyi gündüze bürüyor ki, birbirinin peşinden ısrarla koşturur dururlar; güneş, ay ve yıldızlar da, tam bir boyun eğmişlik içinde O’nun buyruğu ile hareket ederler. Bilin ki yaratma da, emir ve idare de mutlak manâda O’na aittir. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir, her buyruğu ve icraatı ne bereketler yüklüdür!
54
اُدْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعاً وَخُفْيَةًۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَۚ
Rabbinize yalvararak, içten, başka nazarlardan ve mülâhazalardan uzak olarak dua edin. Şurası bir gerçek ki O, had bilmezlik içinde davrananları hiç sevmez.
55
وَلَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفاً وَطَمَعاًۜ اِنَّ رَحْمَتَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ مِنَ الْمُحْسِن۪ينَ
(Had bilirlik, dolayısıyla O’nun tayin buyurduğu hudutlar içinde kalın ve) her şeyiyle yerli yerinde olan yeryüzünde onun düzenini bozacak şekilde (ve ıslahından sonra ülkede) bozgunculuk çıkarmayın ve korku ile ümitbeklenti dengesi içinde O’na yalvarın. Hiç şüphesiz Allah’ın rahmeti, Allah’ı görüyormuşçasına, en azından Allah’ın kendilerini sürekli gördüğünün şuuru içinde davrananlara pek yakındır.
56
وَهُوَ الَّذ۪ي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْراً بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۜ حَتّٰٓى اِذَٓا اَقَلَّتْ سَحَاباً ثِقَالاً سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ فَاَنْزَلْنَا بِهِ الْمَٓاءَ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۜ كَذٰلِكَ نُخْرِجُ الْمَوْتٰى لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
O Allah ki, rahmetinin önünde müjdeci olarak rahmet rüzgârlarını gönderir. Nihayet bu rüzgârlar, o ağır bulutları pek hafifmişçesine kaldırıp yüklendiklerinde, Biz onları ölmüş bir memlekete doğru sevkeder, derken oraya o bildiğiniz suyu indirir ve o su ile her türlüsünden ürünler, meyveler bitiririz. İşte, ölüleri de (kabirlerinden) böyle çıkaracağız. Gerekir ki, düşünüp ibret alasınız.
57
وَالْبَلَدُ الطَّيِّبُ يَخْرُجُ نَبَاتُهُ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۚ وَالَّذ۪ي خَبُثَ لَا يَخْرُجُ اِلَّا نَكِداًۜ كَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَشْكُرُونَ۟
Güzel ve temiz memleket: Rabbisinin izniyle onun (gür, yeşil ve faydalı) bitkisi çıkar. Çirkin ve kirli memlekete gelince: orada ancak pek az ve faydasız (çerçöp türünden) şeyler biter. İşte, (Allah’ın varlığına, birliğine, Rubûbiyet ve hakimiyetine ait) delilleri, onları anlayıp şükredecek bir topluluk için bütün yönleriyle ve farklı farklı açılardan bu şekilde serdediyoruz.
58
لَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحاً اِلٰى قَوْمِه۪ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ
Şurası bir gerçek ki, Nuh’u kendi halkına rasûl olarak gönderdik de, onlara şu tebliğde bulundu: “Ey halkım! Allah’a ibadet edin; sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Aksi halde korkarım ki, dehşetli bir günün azabı başınızda patlayabilir.”
59
قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِه۪ٓ اِنَّا لَنَرٰيكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
Halkı içinde söz sahibi önde gelenler, “Doğrusu biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz!” mukabelesinde bulundular.
60
قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ ب۪ي ضَلَالَةٌ وَلٰكِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
Nuh, şöyle cevap verdi: “Ey halkım! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Bilakis ben, size Âlemlerin Rabbi’nden bir elçiyim.
61
اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنْصَحُ لَكُمْ وَاَعْلَمُ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
“Size Rabbimin mesajlarını tebliğ ediyor ve nasihatta bulunuyorum; sizden farklı olarak, Allah’ın vahiy yoluyla bana öğrettiği, fakat sizin bilemeyeceğiniz gerçekleri biliyorum.
62
اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْ وَلِتَتَّقُوا وَلَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
“Sizi (gittiğiniz yolun âkıbeti konusunda) uyarması ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp O’nun azabına karşı korunmanız için, ayrıca O’nun lütf u merhametine nail olursunuz ümidiyle size kendi içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden bir buyruk, bir öğüt gelmesine mi hayret ediyorsunuz?”
63
فَكَذَّبُوهُ فَاَنْجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَاَغْرَقْنَا الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْماً عَم۪ينَ۟
Fakat Nuh’un ikazlarına kulak asmayıp O’nu yalanladılar. Biz de, O’nu ve o gemide yanında bulunanları kurtardık; buna mukabil, âyetlerimizi yalanlayanları ise (tufanda) boğduk. Doğrusu onlar, kör bir topluluktu.
64
وَاِلٰى عَادٍ اَخَاهُمْ هُوداًۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اَفَلَا تَتَّقُونَ
Âd kavmine ise rasûl olarak (kendi içlerinden) kardeşleri Hûd’u gönderdik. O da, şu tebliğde bulundu: “Ey halkım! Allah’a ibadet edin; sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, halâ O’na gönülden saygı duymayacak ve O’na karşı gelmekten, dolayısıyla O’nun azabından sakınmayacak mısınız?”
65
قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ٓ اِنَّا لَنَرٰيكَ ف۪ي سَفَاهَةٍ وَاِنَّا لَنَظُنُّكَ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ
Halkı içinde söz sahibi ve küfürde kökleşmiş önde gelenler, “Seni bir çılgınlık, bir beyinsizlik içinde bocalar görüyor ve senin gerçekten yalancılardan biri olduğuna inanıyoruz!” mukabelesinde bulundular.
66
قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ ب۪ي سَفَاهَةٌ وَلٰكِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
Hûd, şöyle cevap verdi: “Ey halkım! Bende hiçbir çılgınlık, hiçbir beyinsizlik yoktur. Bilakis ben size Âlemlerin Rabbi’nden bir elçiyim.
67
اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنَا۬ لَكُمْ نَاصِحٌ اَم۪ينٌ
“Size Rabbimin mesajlarını tebliğ ediyorum ve ben, sizin iyiliğinizi isteyen, güvenilir bir nasihatçıyım.
68
اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْۜ وَاذْكُرُٓوا اِذْ جَعَلَكُمْ خُلَـفَٓاءَ مِنْ بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ وَزَادَكُمْ فِي الْخَلْقِ بَصْۣـطَةًۚ فَاذْكُرُٓوا اٰلَٓاءَ اللّٰهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Sizi (gittiğiniz yolun âkıbeti konusunda) uyarması için kendi içinizden bir adam vasıtasıyla size Rabbinizden bir buyruk, bir öğüt gelmesine mi şaşıyorsunuz? Düşünün ki O, sizi Nuh kavminden sonra yeryüzünde halifeler yaptı ve sizi vücutça daha güçlü– kuvvetli, daha gösterişli kıldı. O halde, Allah’ın nimetlerini hatırınızdan çıkarmayıp ona göre davranın ki, (dünyada da, Âhiret’te de) kurtuluşa ve umduğunuza eresiniz.
69
قَالُٓوا اَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللّٰهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬نَاۚ فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ
“Ya!” dediler; “demek sen, sadece Allah’a ibadet edelim ve kendilerine atalarımızın tapageldiği ilâhları bırakalım diye geldin ha? Eğer bu iddianda doğru ve gerçekten doğru sözlü biri isen, getir haydi bizi kendisiyle tehdit ettiğin şu azabı da görelim?”
70
قَالَ قَدْ وَقَعَ عَلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ رِجْسٌ وَغَضَبٌۜ اَتُجَادِلُونَن۪ي ف۪ٓي اَسْمَٓاءٍ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَا نَزَّلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ فَانْتَظِرُٓوا اِنّ۪ي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِر۪ينَ
Hûd, şöyle dedi: “Öyle görünüyor ki, üzerinize Rabbinizden bir murdarlık (bâtıl inançlar ve kötü fiiller sebebiyle Allah’tan uzaklaşma hali) ve rahmetten tart hükmü inmiş. Benimle, sizin de atalarınızın da uydurup kendilerine ulûhiyet atfettiğiniz, fakat ilâh ve ma’bud olabileceklerine dair Allah’ın hiçbir delil indirmediği, indirmesi de mümkün olmayan birtakım boş isimler hakkında mı tartışıyorsunuz? Madem öyle, bekleyin bakalım bu işin sonu ne olacak! Sizinle birlikte ben de beklemekteyim.”
71
فَاَنْجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَقَطَعْنَا دَابِرَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَمَا كَانُوا مُؤْمِن۪ينَ۟
Neticede Hûd’u ve O’nunla birlikte bu lunanları tarafımızdan bir rahmet ve lütufla kurtarırken, âyetlerimizi yalanlayanların ise köklerini kestik; onlar, hiçbir zaman iman etmiş değillerdi.
72
وَاِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَـالِـحاًۢ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْۜ هٰذِه۪ نَاقَةُ اللّٰهِ لَكُمْ اٰيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ ف۪ٓي اَرْضِ اللّٰهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُٓوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Semud’a, (yine kendi içlerinden) kardeşleri Salih’i gönderdik. O da, (diğerleri gibi aynı gerçeği) tebliğ etti: “Ey halkım! Allah’a ibadet edin; sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Şüpheniz olmasın ki, size Rabbiniz’den apaçık bir delil gelmiş bulunuyor: İşte, (benden beklediğiniz) açık bir işaret, bir mucize olarak Allah’ın hususî sizin için yarattığı dişi deve. Bırakın, kendi halinde Allah’ın diyarında otlasın. Sakın ha, ona bir fenalık yapmayın, yoksa sizi pek acı bir azap yakalayıverir.
73
وَاذْ‌كُرُٓوا اِذْ جَعَلَكُمْ خُلَـفَٓاءَ مِنْ بَعْدِ عَادٍ وَبَوَّاَكُمْ فِي الْاَرْضِ تَتَّخِذُونَ مِنْ سُهُولِهَا قُصُوراً وَتَنْحِتُونَ الْجِبَالَ بُيُوتاًۚ فَاذْكُـرُٓوا اٰلَٓاءَ اللّٰهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَ
“Bir düşünün: Allah, sizi Âd kavminin ardından halifeler kıldı ve yeryüzünde size geniş imkânlar bahşetti. Yerin düzlüklerinde köşkler sahibi oluyor ve dağları oyup evler ediniyorsunuz. Allah’ın bütün bu nimetleri üzerinde düşünün de, bozguncular kesilip yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.”
74
قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لِلَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِمَنْ اٰمَنَ مِنْهُمْ اَتَعْلَمُونَ اَنَّ صَالِحاً مُرْسَلٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قَالُٓوا اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلَ بِه۪ مُؤْمِنُونَ
Halkı içinde büyüklük taslayıp diğerlerini ezen söz sahibi önde gelenler, üzerlerinde baskı kurup ezdikleri zayıf halktan iman etmiş bulunanlara, “Siz, gerçekten Salih’i Rabbisinden gelmiş bir rasûl olarak mı tanıyorsunuz?” diye çıkışır, onlar da, “Bizim bir şey yaptığımız yok; biz sadece, Salih ne ile gönderilmişse ona içten inanmışız!” derlerdi.
75
قَالَ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا اِنَّا بِالَّـذ۪ٓي اٰمَنْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ
Büyüklük taslayan o zalimler ise, “Siz neye inanmışsanız, işte biz de onu bütünüyle inkâr ediyoruz!” diye mukabele bulunurdu.
76
فَعَقَرُوا النَّاقَةَ وَعَتَوْا عَنْ اَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُوا يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ
Derken, (kendisine daha fazla tahammül edemeyerek) dişi deveyi boğazladılar; (guru ve kibir içinde) Rabbilerinin emrinden çıkıp O’na isyan ettiler. Sonra da (büyük bir küstahlıkla) Salih’e yönelip, “Ey Salih! Eğer sen gerçekten bize (Rabbinden) mesaj getirmiş bir rasûlsen, bizi kendisiyle tehdit edip durduğun o azabı haydi getir getirebilirsen!” diye meydan okudular.
77
فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَ
Nihayet o korkunç sarsıntı onları kıskıvrak yakaladı da, (hiçbir kurtuluş zaman ve imkânı bulamadan) oldukları yerde yüzüstü kapaklanıp gittiler.
78
فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَـكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُحِبُّونَ النَّاصِح۪ينَ
Bu tecelli karşısında Salih, oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Zavallı halkım! Ben size ancak Rabbimin mesajını tebliğ ettim ve size samimi nasihatlerde bulundum. Fakat siz, bütünüyle sizin iyiliğinizi isteyen nasihatçılardan hoşlanmıyordunuz.”
79
وَلُوطاً اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ٓ اَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ اَحَدٍ مِنَ الْعَالَم۪ينَ
Lût da, (aynen diğer elçilerimiz gibi halkına tebliğde bulundu ve) onları şöyle ikaz etti: “Bütün dünyada daha önce hiçbir halkın yapmadığı o çirkin işi bir yol haline getirip irtikap ediyorsunuz ha!?
80
اِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِنْ دُونِ النِّسَٓاءِۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ
“Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere varıyorsunuz! Belli ki siz, sınır tanımaz ve Allah’ın verdiği duygu, meleke ve kabiliyetleri boşa sarfeden bir topluluksunuz.”
81
وَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اَخْرِجُوهُمْ مِنْ قَرْيَتِكُمْۚ اِنَّهُمْ اُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ
Halkının mukabelesi, “Çıkarın şunları memleketinizden; çünkü bu beyler, pek temizlik taslayan insanlar!” demekten başka bir şey olmadı.
82
فَاَنْجَيْنَاهُ وَاَهْلَهُٓ اِلَّا امْرَاَتَهُۘ كَانَتْ مِنَ الْغَابِر۪ينَ
Neticede, (emrimiz üzerine helâkten önce ülkeyi terkeden) Lût’u ve ailesini kurtardık; eşi hariç: o geride kalıp helâk olanların arasında idi.
83
وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَراًۜ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِم۪ينَ۟
(O halkın yaşadığı şehirlerin) üzerine ise azap yağmuru yağdırdık; günah hasadına dalmış suçluların âkıbeti nasıl oldu gör!
84
وَاِلٰى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْباًۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَوْفُوا الْكَيْلَ وَالْم۪يزَانَ وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ اَشْيَٓاءَهُمْ وَلَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَاۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَۚ
Medyen halkına ise kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). O da, (diğer rasûller gibi aynı) tebliğde bulundu: “Ey halkım! Allah’a ibadet edin; sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Hiç şüpheniz olmasın ki, size Rabbiniz’den apaçık bir gerçek gelmiş bulunuyor. Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın; kendilerine ait mallarda haklarını eksiltmek suretiyle insanlara zulmetmeyin; bu ülkede bir zaman (peygamberler eliyle İlâhî) düzen sağlanmıştı; siz, aksine davranmak suretiyle burada bozgunculuk yapmayın. Gerçek mü’ minler olup, dediğim gibi davranmanız sizin için hayırlı olan yoldur.
85
وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِه۪ وَتَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ وَاذْكُرُٓوا اِذْ كُنْتُمْ قَل۪يلاً فَكَثَّرَكُمْۖ وَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ
“Öyle, (gücünüze dayanarak) bütün yol başlarını tutup tehditler savurmayın ve Allah’a iman edenleri O’nun yolundan alıkoymaya ve o yolun eğriliğini, eğri tanınmasını, keyfinize göre eğrilip bükülmesini arzulamayın ve onu böyle göstermeye çalışmayın. Düşünün ki, bir zaman siz az ve zayıftınız, fakat Allah sayınızı çoğalttı, gücünüzü arttırdı. Sınır tanımayan ve Allah’ın verdiği duygu, meleke ve kabiliyetleri yanlış yolda harcayanların sonları nasıl oldu, düşünün ve ibret alın!
86
وَاِنْ كَانَ طَٓائِفَةٌ مِنْكُمْ اٰمَنُوا بِالَّـذ۪ٓي اُرْسِلْتُ بِه۪ وَطَٓائِفَةٌ لَمْ يُؤْمِنُوا فَاصْبِرُوا حَتّٰى يَحْكُمَ اللّٰهُ بَيْنَنَاۚ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِم۪ينَ
“Eğer içinizden bir grup benimle gönderilen gerçeğe inanmış ve bir grup da inanmamışsa, ben ne diyeyim; madem öyle, o halde Allah aramızda hükmünü verinceye kadar ‘sabırla’ bekleyin. Çünkü O, daima en hayırlı hükmü verendir.”
87
قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَٓا اَوْ لَتَعُودُنَّ ف۪ي مِلَّتِنَاۜ قَالَ اَوَلَوْ كُنَّا كَارِه۪ينَ
Halkı içinde büyüklük taslayıp diğerlerini ezen söz sahibi önde gelenler, şöyle mukabelede bulundular: “Seni ey Şuayb, ve iman edip seninle beraber olanları hiç şüpheniz olmasın ki memleketimizden sürer çıkarırız, ya da bizim yolumuza, düzenimize dönersiniz.” Şuayb’ın cevabı ise şöyle oldu: “Biz istemesek bile, zorla öyle mi?
88
قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اِنْ عُدْنَا ف۪ي مِلَّتِكُمْ بَعْدَ اِذْ نَجّٰينَا اللّٰهُ مِنْهَاۜ وَمَا يَكُونُ لَـنَٓا اَنْ نَعُودَ ف۪يهَٓا اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ رَبُّنَاۜ وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَيْءٍ عِلْماًۜ عَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْنَاۜ رَبَّـنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَاَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِح۪ينَ
“Allah bizi sizin o bâtıl inancınızdan ve yolunuzdan kurtardıktan sonra tekrar o aynı yola dönersek, bu takdirde yalan isnadıyla Allah’a iftirada bulunmuş oluruz. Bizim o yola geri dönmemiz asla söz konusu değildir, meğer ki Rabbimiz olan Allah (mazallah hakkımızda başka türlü) dilemiş ola. Rabbimiz, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. (Siz ne yaparsanız yapın, ne derseniz deyin) biz, Allah’a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz! Bizimle şu halkımız arasında hükmünü ver ve hakkı ortaya koy; hiç şüphesiz Sen, gerçeği en doğru ve en hayırlı biçimde ortaya koyansın.”
89
وَقَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَئِنِ اتَّبَعْتُمْ شُعَيْباً اِنَّكُمْ اِذاً لَخَاسِرُونَ
Halkı içinde söz sahibi ve küfürde kökleşmiş önde gelenler, diğerlerini sıkıştırmaya başladılar: “Bakın, eğer Şuayb’a uyacak olursanız, bilin ki kaybeder ve perişan olursunuz!”
90
فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَۚۛ
Nihayet o korkunç sarsıntı onları kıskıvrak yakaladı da, (hiçbir kurtulma zaman ve imkânı bulamadan) oldukları yerde yüzüstü kapaklanıp gittiler.
91
اَلَّذ۪ينَ كَذَّبُوا شُعَيْباً كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا ف۪يهَاۚۛ اَلَّذ۪ينَ كَذَّبُوا شُعَيْباً كَانُوا هُمُ الْخَاسِر۪ينَ
Şuayb’ı yalanlayanlar: onlar değildi sanki o vatanlarında bir zaman şen–şakrak dolaşanlar. Şuayb’ı yalanlayıp (perişan etmek isteyenler): asıl perişan olup gidenler yine kendileri oldular.
92
فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَكُمْۚ فَكَيْفَ اٰسٰى عَلٰى قَوْمٍ كَافِر۪ينَ۟
Bu tecelli karşısında Şuayb oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Zavallı halkım! Ben size ancak Rabbimin mesajını tebliğ ettim ve size samimi nasihatlerde bulundum. Şimdi böyle nankör, küfürde böylesine ısrarlı bir topluluk için ne diye gam çekeyim ki!?”
93
وَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّٓا اَخَذْنَٓا اَهْلَهَا بِالْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ
Biz hangi memlekete bir peygamber gönderirsek önce oranın halkını zorluklar, sıkıntılar ve musibetlere düçar ederiz ki, kalbleri yumuşasın, gafletten uyanıp kendilerine gelsinler ve içten Allah’a yönelerek, yalvarıp yakarsınlar.
94
ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّئَةِ الْحَسَنَةَ حَتّٰى عَفَوْا وَقَالُوا قَدْ مَسَّ اٰبَٓاءَنَا الضَّرَّٓاءُ وَالسَّرَّٓاءُ فَاَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Onları bir süre böyle terbiyeye tâbi tutmamızın ardından, (eğer iman etmezlerse bu defa merhale merhale helâk yolunda) sıkıntılı hallerini rahatlıkla değiştiririz. Zamanla nüfusları da, güçleri de artar, bolluğa erer ve hiçbir şeye aldırış etmeden yiyip–içmeye başlarlar da, “Vaktiyle atalarımız kâh üzülmüş, kâh sevinmişlerdi; (biz ise ne kadar rahattayız!)” der ve olupbitenlerden hiç ders almazlar. Nihayet kendilerini o şuursuzlukları içinde ve onlar farkına bile varmadan birden yakalayıveririz.
95
وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Eğer o ülkelerin ahalisi iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten kaçınarak O’nun koruması altına girmiş olsalardı, hiç şüphesiz üzerlerine göklerden ve yerden bereket kapılarını açardık. Fakat onlar, (peygamberleri ve onların getirdiği İlâhî Mesaj’ı) yalanladılar ve Biz de, işleyip de hesap defterlerine geçen günahlar sebebiyle onları kıskıvrak yakaladık.
96
اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتاً وَهُمْ نَٓائِمُونَۜ
Yoksa o ülkelerin ahalisi, zorlu ve karşı konulmaz baskınımızın onlar geceleyin uyurken birden bastırıvermesinden kendilerini emniyette mi hissediyorlardı?
97
اَوَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ
Veya, o ülkelerin ahalisi, zorlu ve karşı konulmaz baskınımızın onlar güpegündüz eğlenirlerken birden bastırıvermesinden mi emin olmuşlardı?
98
اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ۟
Allah’ın onları beklemedikleri bir şekilde cezalandırmasından mı emindiler yoksa? Oysa, kendilerine yazık edenlerden başka hiç kimse, kendisini Allah’ın bu şekilde cezalandırmasından emniyette hissetmez.
99
اَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَٓا اَنْ لَوْ نَشَٓاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْۚ وَنَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ
Önceki sahiplerinin arkasından dünya mülküne vâris olanlar şu gerçeği halâ anlamadılar mı ki, eğer dilemiş olsak, günahlarından dolayı onları da benzer bir helâke düçar ederiz. Ne var ki, (bunu anlayacak durumda değiller; çünkü zulüm, inhiraf ve kibir gibi kötü hasletleri ve işledikleri büyük günahlar sebebiyle) kalblerinin üzerine mühür vuruyoruz da, artık (vahyi duymaz, hiçbir ikaz ve nasihati, olupbiten hadiselerin verdiği dersi) işitmez oluyorlar.
100
تِلْكَ الْقُرٰى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْـبَٓائِهَاۚ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۚ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۜ كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الْكَافِر۪ينَ
İşte (helâk ettiğimiz) o ülkeler: (ey Rasûlüm,) onların ibret dolu tarihlerinden bazı sahneleri sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki, bizzat içlerinden çıkan rasûller onlara apaçık deliller, mucizeler getirdiler. Fakat onlar iman etmediler; çünkü o âna kadar (dış dünyada ve bizzat kendi varlıklarında kendilerine gösterilen) onca delili hep yalanlamış ve yalanlamayı âdet haline getirmişlerdi. Allah, (inkâr kalblerinde yerleşmiş olan) kâfirlerin kalblerini işte böyle mühürlüyor.
101
وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍۚ وَاِنْ وَجَدْنَٓا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِق۪ينَ
Onların çoğunda ahde vefa diye bir şey görmedik. Buna karşılık, onların çoğunu ancak, büyük günahları açıktan ve çekinmeden işleyen yoldan çıkmış (fasık)lar olarak bulduk.
102
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَظَلَمُوا بِهَاۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ
Adı anılan bütün bu peygamberlerden sonra (insanlığın ve İlâhî Mesaj’ın tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak) Musa’yı, yine âyetlerimizle (apaçık delil ve mucizelerimizle) Firavun’a ve onun ileri gelen yetkililerine gönderdik; fakat onlar da, diğerleri gibi âyetlerimize haksızlık ettiler. Bir defa daha gör ki, o bozguncuların sonları nasıl oldu!
103
وَقَالَ مُوسٰى يَا فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ
“Ey Firavun,” demişti Musa, “şüphesiz ki ben, Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.
104
حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۜ
“Bana gereken, Allah hakkında ancak doğru ne ise onu söylemektir. Şu halde bilin ki size, (benim gibi) sizin de Rabbiniz olan, (benim gibi sizi de yaratan, besleyip büyüten, hayatta tutan) Allah’tan apaçık bir gerçek ve delillerle geldim. Öyleyse İsrail Oğulları’nı sal da, benimle gelsinler.”
105
قَالَ اِنْ كُنْتَ جِئْتَ بِاٰيَةٍ فَأْتِ بِهَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ
Firavun, “Madem ki” dedi, “apaçık bir gerçek ve delille geldin, eğer sözünde doğru biri isen, durma göster onu!”
106
فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ
Bunun üzerine Musa asâsını bırakıverdi.. bir de ne görsünler, o asâ bir ejderha kesilivermiş!
107
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟
Sonra, (koynuna götürdüğü) sağ elini de sıyırıp çıkarıverdi; o da, orada bulunan herkesin hayret dolu bakışları altında bembeyaz ve parlak mı parlaktı!
108
قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ
Firavun’un halkının ileri gelen yetkilileri (Firavun’un idare ve danışma heyeti, konuyu aralarında görüştüler ve) “Bu,” dediler, “(Firavun’un buyurduğu gibi) gerçekten çok bilgin, çok mahir bir büyücü!
109
يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ
“Sizi ülkenizden, toprağınızdan çıkarmak istiyor. Bu durumda ne tavsiye edersiniz?”
110
قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ
(Ve sonuç olarak Firavun’a) şu mütalâada bulundular: “O’nu da, kardeşini de alıkoy ve bütün şehirlere görevliler sal.
111
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَل۪يمٍ
“Ne kadar bilgin, mahir büyücü varsa hepsini toplayıp getirsinler.”
112
وَجَٓاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُٓوا اِنَّ لَنَا لَاَجْراً اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ
Bütün büyücüler Firavun’un önünde toplanıp, “Galip geldiğimiz takdirde bize mükâfat var değil mi?” diye sordular.
113
قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ
“Tabiî,” dedi Firavun, “o zaman, hiç şüphesiz gözdelerimden olacaksınız!”
114
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْق۪ينَ
Büyücüler, “Ey Musa, ister elindekini önce sen at, istersen biz elimizdekini bırakalım!” diye meydan okudular.
115
قَالَ اَلْقُواۚ فَلَمَّٓا اَلْقَوْا سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَٓاؤُ۫ بِسِحْرٍ عَظ۪يمٍ
Musa, “Siz bırakın!” dedi. Büyücüler, son hazırlıklarını yapıp ellerindeki bütün büyü vasıtalarını yere bırakınca, orada bulunan herkesin bakışlarını büyülediler, onları dehşete düşürdüler ve çok büyük bir büyü ortaya koydular.
116
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَۚ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ
Musa’ya, “Asânı yere bırak!” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, asâ büyücülerin büyü adına ortaya koydukları ne varsa hepsini silip süpürüyor.
117
فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ
Neticede hak kendini belli etti ve diğerlerinin bütün yaptıkları boşa çıktı.
118
فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ
Oracıkta, (herkesin gözü önünde) Firavun ve takımı yenilip küçük düştüler.
119
وَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۚ
Büyücüler ise secdeye kapandılar.
120
قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ
“İman ettik” dediler, “O Âlemlerin Rabbine,
121
رَبِّ مُوسٰى وَهٰرُونَ
“Musa’nın ve Harun’un Rabbine!”
122
قَالَ فِرْعَوْنُ اٰمَنْتُمْ بِه۪ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۚ اِنَّ هٰذَا لَمَكْرٌ مَكَرْتُمُوهُ فِي الْمَد۪ينَةِ لِتُخْرِجُوا مِنْهَٓا اَهْلَهَاۚ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ
Firavun, (tehdit ederek) dedi: “Benden izin almadan iman etmek ha? Bu, şu (baş) şehrin yerli halkını sürüp çıkarmak için orada birlikte planladığınız bir oyundur. Başınıza neler gelecek, göreceksiniz!
123
لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ ثُمَّ لَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ
“İşte söylüyorum: Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi darağacında sallandıracağım.”
124
قَالُٓوا اِنَّٓا اِلٰى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَۚ
“Biz,” dediler büyücüler, “her halükârda Rabbimize döneceğiz.
125
وَمَا تَنْقِمُ مِنَّٓا اِلَّٓا اَنْ اٰمَنَّا بِاٰيَاتِ رَبِّنَا لَمَّا جَٓاءَتْنَاۜ رَبَّـنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً وَتَوَفَّـنَا مُسْلِم۪ينَ۟
“Ama sen, başka hiçbir sebeple değil, sadece Rabbimizden bize gelmiş bulunan gerçeklere iman ettik diye bizden intikam alıyorsun.” (Ardından, Allah’a yalvardılar:) “Rabbimiz! Üzerimize sağnak sağnak sabır boşalt ve bizi ancak Müslümanlar olarak vefat ettir!”
126
وَقَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اَتَذَرُ مُوسٰى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ وَيَذَرَكَ وَاٰلِهَتَكَۜ قَالَ سَنُقَتِّلُ اَبْنَٓاءَهُمْ وَنَسْتَحْـي۪ نِسَٓاءَهُمْۚ وَاِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ
Firavun kavminin önde gelen yetkilileri, Firavun’a müracaatla: “Musa’yı ve halkını kendi hallerine bırakıp, şu ülkede bozgunculuk yapsınlar, seni ve ilâhlarını terketsinler mi istiyorsun?” dediler. Firavun, “Hayır, bilakis onların erkek çocuklarını öldürecek, kız çocuklarını ise kullanmak üzere alıkoyacağız. Elbette onlara karşı dilediğimizi yapabilecek ve onları ezecek güçteyiz!” cevabını verdi.
127
قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِهِ اسْتَع۪ينُوا بِاللّٰهِ وَاصْبِرُواۚ اِنَّ الْاَرْضَ لِلّٰهِۚ يُورِثُهَا مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ
Musa, kavmine şu tembih ve tesellide bulundu: “Allah’tan yardım dileyin ve sabredin! Şüphesiz ki bütün yeryüzü Allah’ındır. Ona kullarından kimi dilerse onu vâris kılar. Nihaî zafer ise, her zaman kalbleri O’na karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na karşı gelmekten sakınıp, emirlerini yerine getiren (müttakî)lerindir.”
128
قَالُٓوا اُو۫ذ۪ينَا مِنْ قَبْلِ اَنْ تَأْتِيَنَا وَمِنْ بَعْدِ مَا جِئْتَنَاۜ قَالَ عَسٰى رَبُّكُمْ اَنْ يُهْلِكَ عَدُوَّكُمْ وَيَسْتَخْلِفَكُمْ فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ۟
(Firavun’un işkencelerine maruz bulunan kavmi, Musa’ya şikâyet dolu) sızlanıyordu: “Biz, sen gelmeden önce de işkenceye maruzduk, şimdi sen geldikten sonra da maruzuz.” Musa ise, (onları hem teselli hem ikaz ederek, şöyle) diyordu: “Ne biliyorsunuz ki, bakarsınız Rabbiniz düşmanınızı helâk eder de, yeryüzünün herhangi bir yerinde size de bir hakimiyet verir. Verir de, siz nasıl davranacaksınız bir de ona bakar.”
129
وَلَقَدْ اَخَذْنَٓا اٰلَ فِرْعَوْنَ بِالسِّن۪ينَ وَنَقْصٍ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
Gerçekten Firavun oligarşisini yıllarca kıtlık, kuraklık ve gelir darlığına maruz bıraktık ki, düşünüp ibret alsınlar.
130
فَاِذَا جَٓاءَتْهُمُ الْحَسَنَةُ قَالُوا لَنَا هٰذِه۪ۚ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَطَّيَّرُوا بِمُوسٰى وَمَنْ مَعَهُۜ اَلَٓا اِنَّمَا طَٓائِرُهُمْ عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
(Hayatlarının akışı içinde) bolluk ve refah gördükleri zaman, “Bu, bizim hakkımız! Kabiliyet ve çalışmamızın ürünü bu!” derler; kötü bir durumla karşılaştıklarında ise, onu Musa ile beraberindeki mü’minlerde iddia ettikleri uğursuzluğa verirler –Hayır, şunu iyi bilin ki, onların uğur veya uğursuzluk dedikleri her şey, Allah’ın hükmü ve yaratmasıyladır. Ne var ki onların çoğu, ilimle alâkaları olmadığı için bunu bilmiyorlardı.–
131
وَقَالُوا مَهْمَا تَأْتِنَا بِه۪ مِنْ اٰيَةٍ لِتَسْحَرَنَا بِهَاۙ فَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِن۪ينَ
Ve şöyle derlerdi: “Bizi büyülemek için ne kadar kendince mucize gösterirsen göster, sana asla inanacak değiliz.”
132
فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الطُّوفَانَ وَالْجَرَادَ وَالْقُمَّلَ وَالضَّفَادِعَ وَالدَّمَ اٰيَاتٍ مُفَصَّلَاتٍ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْماً مُجْرِم۪ينَ
(Biz, yine de düşünüp kendilerine gelirler mi diye,) her biri (Ulûhiyet ve Rubûbiyetimizin) bir delili olarak üzerlerine farklı zamanlarda sel baskınları, salgın hastalıklar, ekinlerini mahveden çekirgeler, evlerdeki yiyeceklerine ve kendi bedenlerine üşüşen haşereler ve kurbağalar gönderdik ve bütün sularını kana çevirdik. Ama bütün bunlara rağmen onlar kibir ve inatlarından vazgeçmediler ve sürekli günah hasadıyla meşgul inkârcı bir topluluk olarak kaldılar.
133
وَلَمَّا وَقَعَ عَلَيْهِمُ الرِّجْزُ قَالُوا يَا مُوسَى ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِنْدَكَۚ لَئِنْ كَشَفْتَ عَنَّا الرِّجْزَ لَنُؤْمِنَنَّ لَكَ وَلَنُرْسِلَنَّ مَعَكَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَۚ
Musibet üzerlerine çökünce Musa’ya gelir ve şöyle sızlanırlardı: “Ey Musa, O’nun (Kendi Ulûhiyet ve Rubûbiyetine mukabil sana olan kulluk ve risalet) ahdi (ve dualarını kabul edeceği) sözü hakkı için bizim adımıza Rabbine yalvar. Andolsun, eğer bu musibeti üzerimizden kaldırırsan, hiç şüphen olmasın ki sana inanacak ve yine hiç şüphen olmasın ki, İsrail Oğulları’nı seninle birlikte göndereceğiz.”
134
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الرِّجْزَ اِلٰٓى اَجَلٍ هُمْ بَالِغُوهُ اِذَا هُمْ يَنْكُثُونَ
Biz verdikleri sözü yerine getirebilecekleri bir süre için musibeti üzerlerinden kaldırınca da, sözlerinden hemen dönüveriyorlardı.
135
فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَاَغْرَقْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِل۪ينَ
Bu şekilde, âyetlerimizi yalanlamakta direndikleri ve (onca açıklığına ve kesinliğine rağmen) onları hiç umursamadıkları için, neticede hak ettikleri cezayı verdik ve onları denizde boğduk.
136
وَاَوْرَثْنَا الْقَوْمَ الَّذ۪ينَ كَانُوا يُسْتَضْعَفُونَ مَشَارِقَ الْاَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَاۜ وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنٰى عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ بِمَا صَبَرُواۜ وَدَمَّرْنَا مَا كَانَ يَصْنَعُ فِرْعَوْنُ وَقَوْمُهُ وَمَا كَانُوا يَعْرِشُونَ
(Kaç asırdır) horlanıp ezilen (İsrail Oğulları) halkını da, bereket ve feyizlerle donattığımız o (ŞamFilistin) ülkesinin doğularına ve batılarına (tamamına) vâris kıldık. Böylece (ey Rasûlüm,) İsrail Oğulları’na senin Rabbinin yaptığı, (“Aşağılanıp ezilen o insanlara lütufta bulunacak, onları kendilerine uyulan bir millet yapacak ve onları bereketlerle donattığımız ülkeye mirasçı kılacağız.”) şeklindeki güzel va’di, onların sabretmelerinin neticesinde yerine gelmiş oldu. Firavun’un ve halkının, o sanat ve sanayi ürünü eserlerini ve yükselttikleri köşkleri, sarayları, yetiştirdikleri bağ ve bahçeleri ise yerle bir ettik.
137
وَجَاوَزْنَا بِبَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ الْبَحْرَ فَاَتَوْا عَلٰى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلٰٓى اَصْنَامٍ لَهُمْۚ قَالُوا يَا مُوسَى اجْعَلْ لَـنَٓا اِلٰهاً كَمَا لَهُمْ اٰلِهَةٌۜ قَالَ اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ
İsrail evlâtlarını denizden geçirdik. Derken yolları, günün belli vakitlerini kendilerine has birtakım putlara ibadete ayırıp onlara tapan bir topluluğa uğradı. “Musa!” dediler: “Nasıl şunların birtakım ilâhları varsa bizim için de öyle bir ilâh tayin et.” Musa, “Şurası bir gerçek ki,” diye cevap verdi: “siz, hep böyle cehalet içinde gidip gelen bir topluluksunuz.
138
اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مُتَبَّرٌ مَا هُمْ ف۪يهِ وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“İmrendiğiniz şu kimselerin din diye içine düştükleri şey bir helâkten ibarettir ve ibadet kasdıyla işleyegeldikleri bütün ameller de boştur, manâsızdır.”
139
قَالَ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪يكُمْ اِلٰهاً وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ
Musa, şöyle devam etti: “O size, (lütuf buyurduğu iman ve gerçek Din sayesinde) bütün diğer milletler üzerinde bir mevki vermişken, ben tutup sizin için Allah’tan başka bir ilâh arayışına mı girecekmişim?”
140
وَاِذْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۚ يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ۟
(Ey İsrail Oğulları!) Hem düşünün ki, sizi (en ağır inşaat, taşımacılık ve tarla işlerinde çalıştırmak suretiyle) size en kötü işkenceleri yapan Firavun oligarşisinden kurtardık; ayrıca, erkek çocuklarınızı öldürüyor, kadınlarınızı ise (kendi maksatları istikametinde kullanmak ve yerli Kıptilerle evlenme mecburiyetinde bırakarak nüfusunuzu azaltmak için) sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden, (bir yandan dinde ve Şeriatı fıtriyede gösterdiğiniz ihmalle birlikte günah ve hatalarınızın neticesi olarak ceza, öte yanda, sonuçta önemli bir hayra kapı aralayabilecek) çok büyük bir belâ (imtihan ve tecrübe) vardı.
141
وَوٰعَدْنَا مُوسٰى ثَلٰث۪ينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ م۪يقَاتُ رَبِّه۪ٓ اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةًۚ وَقَالَ مُوسٰى لِاَخ۪يهِ هٰرُونَ اخْلُفْن۪ي ف۪ي قَوْم۪ي وَاَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِـعْ سَب۪يلَ الْمُفْسِد۪ينَ
Musa ile, (hayatınızda uygulanmak üzere Tevrat’a nail olabilmeniz maksadıyla) otuz gece için sözleşmiş ve sonra ona on gece daha ilâve etmiştik; böylece ibadetle huzurunda kalması için Rabbisinin O’na ayırdığı süre kırk geceye tamamlanmıştı. Musa, (huzurumuza kabul için kavminden ayrılmadan önce) kardeşi Harun’a şu talimatı verdi: “Kavmim içinde vekilim olarak kal ve daima ıslahçı olup onları güzelce yönet; sakın ha, bozguncuların yoluna uyma!”
142
وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكاًّ وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ
Derken Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbisi onunla konuştu. (Rabbisiyle konuşmaya mazhar olmanın yakınlığı içinde kendinden geçen Musa, O’nu görme aşk, şevk ve cezbesi içinde,) “Rabbim, Kendini bana göster de Sana bakayım!” dedi. Allah, buyurdu: “Beni (dünyada böyle çıplak gözle) asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde olduğu gibi kalırsa o zaman sen de Beni görebilirsin.” Derken Rabbisi, dağa göre bir tecelli ile tecellide bulunuverdi ve onu paramparça etti; Musa da, (yıldırım çarpmışçasına) cansız gibi düşüp bayıldı. Ne zaman ki kendine geldi ve, “Sen’i tesbih ederim ya Rabbi: her türlü noksanlıktan, yaratılmışa ait her türlü hususiyetten mutlak manâda uzaksın Sen. Bir an için Sen’i görme isteğimden dolayı Sana tevbe ettim ve ben, bu hususta herkesten önde Sana iman ediyorum!” dedi.
143
قَالَ يَا مُوسٰٓى اِنِّي اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسَالَات۪ي وَبِكَلَام۪يۘ فَخُذْ مَٓا اٰتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ
Allah, şöyle buyurdu: “Ey Musa! Ben seni seçtim ve seni (insanlara iletmek üzere sana vahyettiğim) mesajlarımla ve hitabıma mazhar kılmakla insanlar üzerinde bir mevkie çıkardım. Şimdi sen, (senin için olmayanı talepten vazgeçerek) sana ne vermişsem onu al ve karşılığında her hal, söz ve davranışınla şükredenlerden ol.
144
وَكَتَبْنَا لَهُ فِي الْاَلْوَاحِ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَوْعِظَةً وَتَفْص۪يلاً لِكُلِّ شَيْءٍۚ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَأْمُرْ قَوْمَكَ يَأْخُذُوا بِاَحْسَنِهَاۜ سَاُر۪يكُمْ دَارَ الْفَاسِق۪ينَ
(Artık Musa, Rabbisiyle olan mülâkat süresini tamamlamış ve kavminin hayatında uygulanmak üzere Kitabı alacak noktaya gelmişti.) Nihayet Biz ona verdiğimiz Levhalar’da, (Allah’a giden yolda) ışık tutucu bir öğüt olacak ve (kavminin iman ve amel adına muhtaç bulunduğu) her konuya açıklık getirecek şekilde ilgili her bir meseleden bahiste bulunduk. “Ey Musa! Bundan böyle artık sen bu Levhalar’a kuvvetle sarıl ve kavmine de, onların içinde bilhassa yerine getirilmesi gereken hükümleri en güzel şekilde hayatlarında uygulamalarını emret. İtaatten çıkan fasıkların yurtlarının ne hale geldiğini (ve onları bekleyen nihaî yurdu) size yakında göstereceğim.
145
سَاَصْرِفُ عَنْ اٰيَاتِيَ الَّذ۪ينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَاۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلاًۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلاًۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِل۪ينَ
“Hiç hakları olmadığı, olması da mümkün bulunmadığı halde yeryüzünde büyüklenip çalım satanları âyetlerimden yüz çevirteceğim. Öyle ki onlar, yolumuzun doğruluğuna dair ne kadar iz, işaret ve delil görürlerse görsünler yine de onlara inanmazlar. Olgunluk ve doğruluk yolunu görseler, onu izlenmesi gereken yol olarak benimsemezler; buna karşılık, eğrilik ve taşkınlık yolunu görseler, hemen onu takip edilecek yol olarak benimserler. Böyle yaparlar, çünkü onlar âyetlerimizi baştan ve peşinen yalanlamış olup, onların anlam ve faydalarını idrakten bütün bütün uzaktırlar.
146
وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَلِقَٓاءِ الْاٰخِرَةِ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْۜ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ۟
Âyetlerimizi ve bir gün Âhiret’le yüzyüze gelecekleri gerçeğini yalanlayan o kimseler –evet, işte onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Hem, başka nasıl olacaktı ki? Yoksa yaptıklarından başka bir şeyin karşılığını mı göreceklerdi?
147
وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوسٰى مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلاً جَسَداً لَهُ خُوَارٌۜ اَلَمْ يَرَوْا اَنَّهُ لَا يُكَلِّمُهُمْ وَلَا يَهْد۪يهِمْ سَب۪يلاًۢ اِتَّخَذُوهُ وَكَانُوا ظَالِم۪ينَ
Musa, Rabbisinin huzuruna çıkmak için aralarından ayrılmasının ardından halkı, ziynet takımlarından böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp onu ilâh edindiler. Onun kendilerine konuşmadığının ve onlara herhangi bir yol göstermediğinin de mi farkında değillerdi? Buna rağmen onu ilâh edindiler ve (bütün kâinat, yaratı lış ve Ulûhiyet gerçeklerinin aksine hareket eden ve böylece bizzat kendilerine de zulmeden) zalimler oldular.
148
وَلَمَّا سُقِطَ ف۪ٓي اَيْد۪يهِمْ وَرَاَوْا اَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّواۙ قَالُوا لَئِنْ لَمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
Ne zaman ki böyle yapmakla ellerine hasaretten başka bir şey geçmediğini anlayıp eyvah dediler ve sapıp gittiklerini açıkça gördüler, işte o vakit sızlanmaya durdular: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, bu takdirde hiç şüphesiz bütün bütün kaybedenlerden oluruz.”
149
وَلَمَّا رَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفاًۙ قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُون۪ي مِنْ بَعْد۪يۚ اَعَجِلْتُمْ اَمْرَ رَبِّكُمْۚ وَاَلْقَى الْاَلْوَاحَ وَاَخَذَ بِرَأْسِ اَخ۪يهِ يَجُرُّهُٓ اِلَيْهِۜ قَالَ ابْنَ اُمَّ اِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُون۪ي وَكَادُوا يَقْتُلُونَن۪يۘ فَلَا تُشْمِتْ بِيَ الْاَعْدَٓاءَ وَلَا تَجْعَلْن۪ي مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ
Musa, (Levhalar’ı aldıktan sonra daha dağda iken halkının buzağıya taptığını öğrenince) büyük bir öfke ve üzüntü içinde halkına döndü ve “Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız. Rabbinizin emrini çarçabuk terk mi ediverdiniz?” diye onlara çıkıştı. Levhalar’ı elinden bırakıp, (önce Tevhid sahasında ortaya çıkan ihtilâli bastırmak için) onları uygulamayı tehir etti. Kardeşinin başından tutmuş, onu kendine doğru çekiyordu. Kardeşi, “Anamın oğlu!” dedi: “İnan ki bu topluluk beni bir hiç yerine koydu ve linç edip öldürmeye kalktı. Ne olur, bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğu ile bir tutma!”
150
قَالَ رَبِّ اغْفِرْ ل۪ي وَلِاَخ۪ي وَاَدْخِلْنَا ف۪ي رَحْمَتِكَۘ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ۟
Musa, (hemen Allah’a yöneldi ve şöyle) yalvardı: “Rabbim! (Bu meseledeki muhtemel ihmal ve kusurlarımızdan dolayı) Beni ve kardeşimi bağışla ve bizi hususî rahmetine dahil et; çünkü Sen, en çok ve en hayırlı merhamet edensin!”
151
اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُفْتَر۪ينَ
Buzağıyı ilâh edinenlerin başlarına hiç şüphesiz Rabbilerinden çetin bir azap, ayrıca dünya hayatında bir zillet gelecektir. Sürekli Allah’a iftira ile meşgul olanları işte böyle cezalandırırız.
152
وَالَّذ۪ينَ عَمِلُوا السَّيِّـَٔاتِ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِهَا وَاٰمَنُواۘ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ
Kötü işler yapıp sonra da onların ardından pişmanlık ve tevbe ile Allah’a yönelerek gerçekten iman edenlere gelince, (ey Muhammed,) senin Rabbin, böyle bir ıslahı hâlden sonra şüphesiz çok bağışlayandır; (bilhassa Kendisine yönelen kullarına karşı) hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır.
153
وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ وَف۪ي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ
Ne zaman ki öfke artık Musa’da susup tesirsiz hale geldi, o zaman O, (halkı arasında uygulamak üzere) Levhalar’ı aldı. O Levhalar’daki yazılarda, Rabbileri karşısında saygı ve korku ile ürperenler için bir hidayet ve rahmet vardı.
154
وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪ينَ رَجُلاً لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَمَّٓا اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۜ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَـهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۜ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ
Derken Musa, (buzağıya tapmaları sebebiyle halkı adına Allah’tan af dilemek ve O’nunla olan ahidlerini yenilemek için) halkı içinden temsilci olarak yetmiş kişi seçip, tayin buyurduğumuz vakitte dağa geldi. (Ama orada o yetmiş kişi, daha önce şahit oldukları onca açık alâmete rağmen, Allah’ı açıkça görmedikçe Musa’nın O’nunla konuştuğuna ve getirdiği hükümlerin O’ndan olduğuna inanmayacaklarını söylediler.) Bunun üzerine onları o korkunç sarsıntı yakalayıverdi ve Musa hemen Allah’a yal varmaya durup, “Rabbim,” dedi, “eğer dileğin öyle olmuş olsaydı, onları ve bu arada beni de daha önceden helâk ederdin. Şimdi içimizde bazı aklı ermezlerin yaptıklarından dolayı mı bizi helâk edeceksin? Hayır, bu ancak Sen’in bir imtihanındır ki, onunla dilediğini saptırır, dilediğini hidayet edersin. Sen, bizim koruyucumuz, has yardımcımız, her işimizde Kendisine güvendiğimiz sahibimizsin; o halde bizi bağışla ve bize merhamet et; çünkü Sen, bağışlamada en hayırlı olansın.
155
وَاكْتُبْ لَنَا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَٓا اِلَيْكَۜ قَالَ عَذَاب۪ٓي اُص۪يبُ بِه۪ مَنْ اَشَٓاءُۚ وَرَحْمَت۪ي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍۜ فَسَاَكْتُبُهَا لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِاٰيَاتِنَا يُؤْمِنُونَۚ
“Bizim için bu dünyada iyilik takdir buyur, Âhiret’te de: her durumda Sana yöneldik, Sen’in yolunu tuttuk biz.” (Hak Tealâ da) şöyle karşılık verdi: “Azabımı kimi dilersem onun başına dolarım: (kimse kendi ameliyle ondan kurtulamaz, ancak rahmetimle muamele etmem müstesna; çünkü) rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Bu bakımdan (dünyada ondan herkes istifade etse de, Âhiret’te) onu ancak takva duygusuyla hareket edenler, mallarını Allah yolunda ve muhtaçlar için harcayanlar ve elbette ki, (nazil olup kendilerine tebliğ edildikçe) âyetlerimizin tamamına ve kendilerine gösterilen mucizelere inananlar için takdir buyurup, onlara nasip edeceğim.”
156
اَلَّذ۪ينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذ۪ي يَجِدُونَهُ مَكْتُوباً عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِۘ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّت۪ي كَانَتْ عَلَيْهِمْۜ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِه۪ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّـذ۪ٓي اُنْزِلَ مَعَهُٓۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ۟
Onlar ki, ellerinde bulunan Tevrat ve İncil’de bütün vasıflarıyla kaydedilmiş olduğunu gördükleri ümmî (okuyup yazmamış ve dolayısıyla yazılı kültürden uzak, zihni ve kalbi tamamen vahiyle şekillenmiş bulunan, Allah’tan insanlara elçi, insanlar katında ise) nebî o en büyük Rasûl’e (bütün emir ve yasaklarında) tâbi olurlar. O Rasûl, onlara iyilik, doğruluk ve güzelliği tebliğ ve emretmekte, kötülük, yanlışlık ve çirkinliği yasaklamakta; Allah’ın pak yaratıp pak saydığı bütün sağlıklı yiyecek ve içecekleri onlara helâl, murdar yaratıp murdar saydıklarını ise haram kılmakta ve sırtlarındaki (kendi şeriatlarından kalma) ağır yükü indirip, boyunlarına vurulmuş zincirleri çözmektedir. İşte, O’na bütün samimiyetleriyle iman etmiş bulunanlar, O’nu destekleyen, O’na yardım eden ve (risalet misyonuyla gönderilmesiyle birlikte) O’na indirilmeye başlayan Nûr’a (Kur’ân) tâbi olanlar: işte onlar, (hem dünyada hem de ve bilhassa Âhiret’te) gerçek kurtuluşa erenlerdir.
157
قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعاًۨ الَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۖ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الْاُمِّيِّ الَّذ۪ي يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِه۪ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
(Ey Rasûlüm! Bütün insanlara) ilân et! “Ey insanlar! Şurası bir gerçek ki ben, hepinize Allah’ın elçisiyim; ki O Allah içindir göklerin ve yerin sahipliği ve mutlak hakimiyeti. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur; hayatı veren O’dur, ölümü de O verir. Şu halde siz de, Allah’a ve O’nun bütün kelimelerine (gönderdiği bütün Kitaplara, bütün hükümlerine, bütün icraatına) iman eden o ümmî Nebî Elçisi’ne iman edin ve O’na tâbi olun ki, böylece doğru yolu bulup, onu takip ediyor olasınız.”
158
وَمِنْ قَوْمِ مُوسٰٓى اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ
Musa’nın halkı içinde hakkı anlatıp onunla insanları doğruya yönlendiren ve hidayetlerine vesile olan, yine hakka dayanarak doğru ve adaletli davranan, doğruluğu ve adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardı.
159
وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ اَسْبَاطاً اُمَماًۜ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اِذِ اسْتَسْقٰيهُ قَوْمُهُٓ اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَۚ فَانْبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناًۜ قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْۜ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰىۜ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْۜ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Biz, Musa’nın halkını her biri bir liderin etrafında on iki toplum halinde on iki kabileye ayırdık. Halkı (çölde susuz kalıp da) kendisinden su istediği zaman Musa’ ya, “Asânla taşa vur!” diye vahyettik. O da vurur vurmaz hemen oniki pınar birden fışkırıverdi. Her bir kabile kendi su kaynağını bulmuştu. Yine, (çöl sıcağında) üzerlerine bulutu gölge yaptık ve (yiyecek hiçbir şeyleri yokken) lütf u nimet olarak onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirip şöyle buyurduk: “Size rızık olarak ne lütfetmişsek onların temiz, hoş ve sağlığa zararsız olanlarından yiyin!” Buna rağmen (yine haddi aşıyor, zahmetsiz ayaklarına gelen bu yiyecekler konusunda bile hükümleri dinlemiyor ve böyle yapmakla onlar) bize zulmetmiyor, bizzat kendilerine zulmediyorlardı.
160
وَاِذْ ق۪يلَ لَهُمُ اسْكُنُوا هٰذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ وَقُولُوا حِطَّةٌ وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً نَغْفِرْ لَكُمْ خَط۪ٓيـَٔاتِكُمْۜ سَنَز۪يدُ الْمُحْسِن۪ينَ
Bir vakit de (çölde dolaşıp dururlarken onları nihayet bir beldeye yönlendirdik) ve kendilerine şöyle buyurduk: “Bu beldeye yerleşin ve oradan dilediğiniz şekilde yiyin, için. Dua edin, mağfiret dilenin, sadakat gösterin ve beldenin kapısından âdeta secde halinde, mütevazı ve emirlerimize boyun eğmiş olarak girin (katiyen aşırılık, taşkınlık ve bozgunculuğa düşmeyin ve şımarmayın); Biz de hatalarınızı, sürçmelerinizi bağışlayalım.” İyilikten başka bir şey düşünmeyen ve Bizi görüyormuşçasına, en azından Bizim kendilerini gördüğümüzün şuuru içinde davrananlara ise mükâfatlarını arttıracağız.
161
فَبَدَّلَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلاً غَيْرَ الَّذ۪ي ق۪يلَ لَهُمْ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزاً مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ۟
Buna rağmen, içlerinde bulunan ve yanlışlarında ısrarla kendilerine zulmedenler, onlara söylenen (dua, tevazu, itaat ve sadakat) sözünü değiştirip bir başka şekle koydular (ve denilenin tersini yaptılar). Biz de, üzerlerine zulmedip durmalarından ötürü gökten murdar bir azap indirdik.
162
وَسْـَٔلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّت۪ي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِۢ اِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِ اِذْ تَأْت۪يهِمْ ح۪يتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعاً وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَۙ لَا تَأْت۪يهِمْۚ كَذٰلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ
(Ey Rasûlüm!) Onlara bir de deniz kenarındaki o beldede ne olup bittiğini sor. Hani oranın ahalisi, Sebt (Cumartesi) Günü için Allah’ın koyduğu yasağı açıkça çiğniyorlardı: Sebt Günü’nün hükmünü gözettiklerinde balıklar sahile akın akın geliyor, Sebt’in hükmüne uymadıkları gün ise gelmiyorlardı. Kendileri için konan hükümleri açıktan çiğneyip durmaları sebebiyle onları böyle imtihan ediyorduk.
163
وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْماًۙۨ اللّٰهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَاباً شَد۪يداًۜ قَالُوا مَعْذِرَةً اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
İçlerinde bazıları, diğerlerini yaptıklarından vazgeçirmeye çalışanlara, “Belli ki Allah’ın helâk edeceği veya çok şiddetli bir şekilde cezalandıracağı bir topluluğa ne diye öğüt verip duruyorsunuz?” diyor, onlar da, “Hem Rabbinize karşı (ma’rufu yayıp münkere mani olma sorumluluğumuz açısından) bir mazeretimiz olsun, hem de bir de bakarsınız gittikleri yolun neticesini görüp, Allah’a bu ölçüde karşı gelmekten sakınırlar diye!” şeklinde cevap veriyorlardı.
164
فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه۪ٓ اَنْجَيْنَا الَّذ۪ينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّٓوءِ وَاَخَذْنَا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَـ۪ٔيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ
Derken, kendilerine yapılan bütün hatırlatmaları ve verilen öğütleri tamamen kulak ardı ettiler. Biz de, kötülükleri önlemeye çalışanları kurtarıp, zulmü hayat tarzı haline getirenleri açıktan açığa yapıp durdukları bu taşkınlık ve haddi aşmalarından ötürü derdest ettik ve yoksulluk azabıyla kıvrandırdık.
165
فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِـ۪ٔينَ
Serkeşlik edip, yapmaları yasaklanan fiilleri işlemeyi ısrarla sürdürünce, onlara “Aşağılık ve sefil bir şekilde oraya buraya sığınan, fakat sığındıkları her yerden kovulan maymunlar olun!” dedik.
166
وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۜ اِنَّ رَبَّكَ لَسَر۪يعُ الْعِقَابِۚ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ
Yine bir zaman da Rabbin, İsrail Oğulları’nın üzerine (fısk ve zulümlerinde devam ettikleri, Allah’tan veya insanlardan bir ipe tutunmadıkları takdirde) Kıyamet’e kadar her defasında onlara en kötü azabı tattıracak kimseleri musallat kılacağını bildirmişti. Şüphesiz senin Rabbin, (vakti geldiğinde) cezalandırması pek çabuk olandır; hiç şüphesiz O, günahları çok bağışlayan, (bilhassa tevbe ile Kendisi’ne yönelenlere ve mü’minlere karşı) hususî merhameti pek bol olandır da.
167
وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْاَرْضِ اُمَماًۚ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۘ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّـَٔاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Onları ayrı ayrı topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık. İçlerinde salih (inanç, düşünce, söz ve davranışları itibariyle doğru yolda ve bozgunculuktan uzak) kimseler de vardır, başka türlü olanlar da. Ve onları, git tikleri yanlış yollardan, işledikleri hatalardan dönerler mi diye bazen nimetlerle, güzelliklerle, bazen de musibetlerle imtihan ettik.
168
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُۜ اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ م۪يثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِۜ وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Bir zaman da içlerinde hayırsız bir nesil türedi ki, Kitaba vâris oldular; ama onu şu dünyanın geçici ve değersiz geçimliğine değişir ve sonra da (tam bir aldanmışlık içinde), “Biz, (Allah’ın seçtiği bir halk ve O’ nun sevgilileri olarak) nasıl olsa bağışlanacağız!” derler. (Böyle demekle yaptıklarının günah olduğunu itiraf etmiş bulunmalarına rağmen,) aynı şekilde yine gayrı meşrû bir geçimlik, bir kazanç zuhur etse onu da almaktan çekinmezler. Peki onlardan, Allah hakkında hak ve gerçek olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair o Kitap gereğince sağlam bir söz alınmamış mıydı? Ve Kitabın içindekileri tekrar tekrar mütalâa edip başkalarına da okutmamışlar mıydı? Ayrıca, Âhiret Yurdu, Allah’a karşı gelmekten ve dolayısıyla O’nun azabından sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. Halâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
169
وَالَّذ۪ينَ يُمَسِّكُونَ بِالْكِتَابِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَۜ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ الْمُصْلِح۪ينَ
Kitaba sımsıkı sarılan ve namazı bütün şartlarına riayet ederek, vaktinde ve aksatmadan kılanlara gelince: şurası bir gerçek ki Biz, hem kendilerinin, hem de toplumun ıslahına adanmışların mükâfatını asla zâyi etmeyiz.
170
وَاِذْ نَتَقْنَا الْجَبَلَ فَوْقَهُمْ كَاَنَّهُ ظُلَّةٌ وَظَنُّٓوا اَنَّهُ وَاقِعٌ بِهِمْۚ خُذُوا مَٓا اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ۟
Bir vakit de o dağı bir gölgelik gibi İsrail Oğulları’nın başlarının üzerine kaldırıp öyle tutmuştuk da, dağın üzerlerine düşüvereceğini sanmışlardı. Böyle yapmamızdaki maksat ve manâ şu idi: “Size verdiğimiz (Kitaba) kuvvetle tutunun ve içindeki (kanun, irşad ve tavsiyeleri) belleyip, aklınızdan katiyen çıkarmayın ki, bu yolla takvaya ulaşarak, (dünyada da, Âhiret’te de başınıza gelebilecek azap ve cezalardan) Allah’ın koruması altına girebilesiniz.”
171
وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ
Düşün ki Rabbin, Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları bizzat kendilerine, kendi nefislerine karşı şâhit tutup, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. “Elbette” dediler, “şâhidiz!” Böyle yaptık ki, Kıyamet Günü, “Doğrusu biz Sen’in bizim Rabbimiz olduğundan habersizdik!” demeyesiniz.
172
اَوْ تَقُولُٓوا اِنَّـمَٓا اَشْرَكَ اٰبَٓاؤُ۬نَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْۚ اَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ
Veya, “Çok önceden beri atalarımız şirk koşuyordu, biz de onların arkasından gelmiş (ve yapabileceği başka bir şey olmayan) bir nesildik. Bu durumda, Sen’in Rubûbiyetini kabûl etmeyip o bâtıl şirk yolunu başlatanların yaptıklarından dolayı şimdi bizi imha mı edeceksin?” şeklinde bir mazerette de bulunmayasınız.
173
وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
İşte, (yanlış yollarda gidenler) izledikleri bu yollardan döner ve Allah’a yönelirler mi diye iman hakikatlerinin (dış dünyada ve insanın bizzat kendi varlığında sergilenen) delillerini ve (Kur’ân’a dahil) âyetlerimizi bu şekilde detaylarıyla açıklıyoruz.
174
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّـذ۪ٓي اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاو۪ينَ
(Ey Rasûlüm!) Bir de onlara âyetlerimiz konusunda kendisini bilgili kıldığımız kişinin ibret verici kıssasını anlat: O adam, (kendisine verdiğimiz bu ilme rağmen, koyunun derisinin yüzülmesi gibi) âyetlerimizden sıyrılıp açıkta kalakaldı; şeytan da onu arkasına taktı ve neticede azgın sapıklardan biri haline geldi.
175
وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلٰكِنَّهُٓ اَخْلَدَ اِلَى الْاَرْضِ وَاتَّـبَعَ هَوٰيهُۚ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِۚ اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْۜ ذٰلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
Eğer (iradesiyle yaptığı tercihin rağmına) dilemiş olsaydık, hiç şüphesiz onu âyetlerimiz sayesinde (imanın sağladığı insanî kemalât semasına doğru) yükseltirdik; fakat o, yere çakılıp kalmayı tercih etti ve kendi hevasına uydu. Onun hali köpeğin haline benzer ki, üzerine varıp da uzaklaştırmak için kendisine bir şey atsan, acaba bir kemik midir diye seğirtir ve dili dışarıda solur; kendi haline bırakıp bir şey yapmasan, yine kemik peşinde yanına sokulur ve dili dışarıda solur. İşte, âyetlerimizi yalanlayan bir topluluğun hali böyledir. (Ey Rasûlüm!) Böyle ders ve ibret verici bir kıssayı anlat ki, belki tefekkür melekeleri harekete geçer.
176
سَٓاءَ مَثَلاًۨ الْقَوْمُ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاَنْفُسَهُمْ كَانُوا يَظْلِمُونَ
Âyetlerimizi yalanlayan ve bizzat kendilerine zulmedip duran bir topluluğun hali, gerçekten de ne kötü bir misaldir.
177
مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَد۪يۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Allah kime hidayet nasip ederse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, artık öyleleri bütün bütün kaybedenlerin ta kendileridir.
178
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يراً مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Yarattığımız cinler ve insanlar içinde (iradelerini yanlış yolda, nefislerinin arzusu istikametinde kullanan) pek çoklarını Cehennem için ayırdık. Onların kalbleri vardır, fakat onlarla meselelerin özüne inip gerçeği idrak edemezler; gözleri vardır, fakat onlarla görülmesi gerekeni göremezler; kulakları vardır, fakat onlarla duyulması gerekeni duyamazlar. Bu halleriyle onlar, küçük veya büyükbaş hayvan sürüsü gibi, hattâ onlardan daha çok insiyaklarına tâbi, yol bilmez ve güdülmeye mahkûmdurlar. Onlardır gerçeklerden bütünüyle habersiz olanlar.
179
وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَاۖ وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Mutlak manâda ve kusursuz derecede güzel isimler Allah’ındır; O’nu bu isimlerle çağırın ve O’na onlarla dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan saparak, (O’nu O’na ait olmayan isimlerle, buna mukabil, edindikleri sahte ilâhları ise O’nun isimleriyle çağıranları) terkedin ve onlara hiç önem vermeyin. Onlar, her ne yapıyorlarsa onun karşılığını göreceklerdir.
180
وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟
Yarattıklarımız içinde (Allah’ı Güzel İsimleri’yle gerektiği gibi tanıyan, dolayısıyla) hakka dayanarak insanların hidayetine vesile olan ve yine hakka dayanarak doğru ve adaletli davranan, doğruluğu ve adaleti gerçekleştiren bir topluluk da vardır.
181
وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَۚ
Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onları (tuttukları yolun sonucu olarak) hiç farkına varmayacakları şekilde ve hiç bilmedikleri bir yerden adım adım helâke sürükleriz.
182
وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ
Onlara belli bir süreye kadar mühlet veririm. (Onlar, bu şekilde hayatta kalmalarını kendilerine bağlasalar da, bu, helâke doğru sürüklenmelerinde haklarındaki hükmün tamamlanması içindir. İşte,) Benim ‘tuzağım’ ve vakti geldiğinde cezalandırmam, kesinlikle karşı konulamaz kuvvettedir.
183
اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍۜ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ
Hiç düşünmezler mi ki, (yıllardır birlikte bulundukları) o arkadaşlarında (Rasûlüllah) delilikten en küçük bir eser yoktur. O ancak, belli ki onları âkıbetleri konusunda uyaran bir uyarıcıdır.
184
اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ
Göklerin ve yerin iç boyutuna, onları idare eden muhteşem ve her türlü kusurdan uzak hükümranlığa, ayrıca Allah’ın eşyayı yaratmasına, yarattığı tek bir şeye bir defa olsun dikkat kesilmezler mi? Hem, ecellerinin yaklaşmış olmadığını nereden biliyorlar? (O uyarıcının getirdiği bütün bu gerçekleri ve ikazları ihtiva eden) Kur’ân’a inanmadıktan sonra, artık başka hangi söze inanacaklar?
185
مَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَا هَادِيَ لَهُۜ وَيَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek kimse yoktur. Allah, o saptırdıklarını taşkınlıkları içinde gayesiz ve başıboş sürüklenip gitmeye terkeder.
186
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
(Ey Rasûlüm!) Sana Kıyamet’in ne zaman gelip demir atacağını da soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır.” O’ndan başka kimse onun üzerindeki bilinmezlik perdesini kaldıramaz. Kıyamet, göklerle yer ve onlarda bulunan bütün varlıklar için dayanılması çok zor bir hadisedir. O, size beklenmedik anda ve birden gelir. Sanki sen onun vaktini merakla araştırıyormuşsun ve peygamber olman da onu bilmeni gerektiriyormuş gibi, onu sana ısrarla soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Allah katındadır, fakat insanların çoğu bu gerçeği de bilmezler.”
187
قُلْ لَٓا اَمْلِكُ لِنَفْس۪ي نَفْعاً وَلَا ضَراًّ اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ وَلَوْ كُنْتُ اَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِۚ وَمَا مَسَّنِيَ السُّٓوءُ اِنْ اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ وَبَش۪يرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ۟
De ki: “Ben, Allah dilemedikçe, (O müsaade edip yolumu açmadıkça, gerekli gücü ve vasıtayı nasip etmedikçe) kendi adıma yarayışlı veya yarayışsız hiçbir şeye muvaffak olamam. Eğer mutlak manâda gaybı, (dolayısıyla gelecekte ne olacağını) da bilmiş olsaydım, (hiç zarar etmeden) sürekli kârda olurdum; hem (ona göre tedbirimi alırdım da,) bana ne bir zarar dokunurdu, ne de başıma bir kötülük gelirdi. Ben sadece, inanmaya açık bir topluluk için onları (her türlü dalâlet yollarına ve bu yolların sonuçlarına karşı) uyarıcı, (iman ve salih amelin karşılığında ise Allah’ın af, rahmet ve mükâfatını) müjdeleyiciyim.
188
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ اِلَيْهَاۚ فَلَمَّا تَغَشّٰيهَا حَمَلَتْ حَمْلاً خَف۪يفاً فَمَرَّتْ بِه۪ۚ فَلَمَّٓا اَثْقَلَتْ دَعَوَا اللّٰهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ اٰتَيْتَنَا صَالِحاً لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ
O Allah ki, sizi tek bir nefisten yarattı ve onunla aynı tür ve mahiyetten de kendisiyle ünsiyet etsin diye eşini var etti. Derken, bu ikisi bir araya gelip de erkek eşini bürüyünce, kadın belli belirsiz hafif bir yük yüklenir ve onu bir zaman taşır. Nihayet taşıdığı yük ağırlaşınca, eşler birlikte, bir endişe ve telaşla Rabbileri olan Allah’a yönelme gereği duyar ve “Eğer bize sağlıklı, eli ayağı yerinde bir çocuk verirsen, andolsun biz de karşılığında şükredenlerden oluruz!” diye içten içe yalvarmaya dururlar.
189
فَلَمَّٓا اٰتٰيهُمَا صَالِحاً جَعَلَا لَهُ شُرَكَٓاءَ ف۪يمَٓا اٰتٰيهُمَاۚ فَتَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Nihayet Allah onlara diledikleri gibi sağlıklı, eliayağı yerinde bir çocuk verir (ve bu şekilde birbirini takiben nesiller meydana gelir). Ama annebabalar, Allah’ın kendilerine verdiği bu nesiller sebebiyle, (onları tabiata ve sebeplere havale etme veya onlardaki güzellik ve başarıları ya bizzat kendilerinden veya çocukların kendilerinden bilme, ya da onlardan dolayı Allah’ı unutup, kendilerini tamamen onlara hasretme gibi yollarla) Allah’a ortaklar koşarlar. Oysa Allah, Kendisine ortak koşanların ortak koşmasından da, koştukları ortaklardan da mutlak manâda aşkındır, nihayet derecede uzaktır.
190
اَيُشْرِكُونَ مَا لَا يَخْلُقُ شَيْـٔاً وَهُمْ يُخْلَقُونَۘ
Bir şey yaratmak şöyle dursun, bizzat kendileri yaratılmış bulunan varlıkları mı O’na ortak tanıyorlar?
191
وَلَا يَسْتَط۪يعُونَ لَهُمْ نَصْراً وَلَٓا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ
Ve onlara hiçbir yardımı olmayan, bırakın onlara yardım etmeyi, kendilerine bile yardımı dokunmayan varlıkları mı?
192
وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدٰى لَا يَتَّبِعُوكُمْۜ سَوَٓاءٌ عَلَيْكُمْ اَدَعَوْتُمُوهُمْ اَمْ اَنْتُمْ صَامِتُونَ
(Ey müşrikler! O varlıklar nasıl ilâh ve Allah’a ortak olabilirler ki, bırakın hidayet etmeyi, dualara cevap vermeyi, onları ilâh edinip Allah’a ortak tanıyan) siz, onları iyi bir yola, hayırlı bir maksada çağıracak olsanız, bu çağrınıza bile cevap veremezler. Onlara ister böyle bir davette bulunmuşsunuz, ister bütün bütün sükût durmuşsunuz, hiç farketmez.
193
اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ عِبَادٌ اَمْثَالُكُمْ فَادْعُوهُمْ فَلْيَسْتَج۪يبُوا لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Allah’tan başka kendilerine yönelip yalvardığınız, dua ve ibadet ettiğiniz ne ve kim varsa hepsi sizin gibi yaratılmış kullardır. Siz (başka türlü düşünüyor, başka türlü itikad ediyorsanız ve bu düşünce ve itikadınızda) samimi iseniz, haydi onlara yalvarıp dua edin de, size cevap versinler!
194
اَلَهُمْ اَرْجُلٌ يَمْشُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اَيْدٍ يَبْطِشُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اَعْيُنٌ يُبْصِرُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۜ قُلِ ادْعُوا شُرَكَٓاءَكُمْ ثُمَّ ك۪يدُونِ فَلَا تُنْظِرُونِ
Nasıl cevap versinler ki, onların yürümek için ayakları mı var? Yoksa tutmak için elleri mi var? Veya görmek için gözleri mi var? Yahut işitmek için kulakları mı var? (Ey Rasûlüm! Onlara) de ki: “Haydi, Allah’a ortak tanıdığınız ne varsa çağırın, onlara yalvarın, sonra da bana karşı istediğiniz tuzağı kurun ve elinizden geliyorsa bir an bile göz açtırmayın.
195
اِنَّ وَلِـِّيَ اللّٰهُ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْكِتَابَۘ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِح۪ينَ
“Benim sahibim ve koruyucum, Kitabı fasıl fasıl indirmekte olan Allah’tır ve O, bütün salihleri korur, sahiplenir.
196
وَالَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَسْتَط۪يعُونَ نَصْرَكُمْ وَلَٓا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ
“Sizin O’nu bırakıp da kendilerine yalvarıp yardıma çağırdığınız (reisleriniz, her türden sahte ilâhlarınız), size en küçük bir yardımda bulunamadıkları gibi, (Allah’ın izni olmadıkça) bizzat kendilerine bile en ufak bir yardımları dokunmaz.
197
وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدٰى لَا يَسْمَعُواۜ وَتَرٰيهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
“Onları hayırlı bir maksada, size rehberlik yapmaya çağırsanız, onu da işitmezler, (çünkü kulaklarına söz girmez).” (Ey insan!) Onlarla karşılaştığında sana baktıklarını görür (ve gerçekten gördüklerini sanırsın). Oysa onlar (bakar ama) görmezler, hisleri ve idrakleri ölmüştür.”
198
خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ
Sen (ey Rasûlüm,) her şeye rağmen müsamaha yolunu tut; iyiliği, güzel ve faydalı davranışları yaymaya çalış ve (gittikleri yoldan da, ne yaptıklarından da habersiz) o cahillere aldırış etme.
199
وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِۜ اِنَّهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Eğer (davette bulunurken, ibadet ederken, günlük hayatın esnasında) şeytandan herhangi bir dürtme hissedersen, hemen Allah’a sığın. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir; hakkıyla bilendir.
200
اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا اِذَا مَسَّهُمْ طَٓائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَاِذَا هُمْ مُبْصِرُونَۚ
Kalbleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na isyandan, dolayısıyla bu isyanın getireceği cezadan sakınanlar: eğer onlara şeytandan bir sinyal ilişecek olsa hemen kendilerini toparlar ve Allah’ı hatırlarlar; ve artık basiretleri tam yerindedir.
201
وَاِخْوَانُهُمْ يَمُدُّونَهُمْ فِي الْغَيِّ ثُمَّ لَا يُقْصِرُونَ
Şeytanların (o insan görünümlü inkârcı) kardeşlerine gelince: şeytanlar, onları düştükleri isyan bataklığında daha da sürükler durur; sonra yakalarını da hiç bırakmazlar.
202
وَاِذَا لَمْ تَأْتِهِمْ بِاٰيَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَاۜ قُلْ اِنَّـمَٓا اَتَّبِـعُ مَا يُوحٰٓى اِلَيَّ مِنْ رَبّ۪يۚ هٰذَا بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
(Ey Rasûlüm!) Onlara istedikleri türden bir mucize getirmediğin zaman veya bazen vahiy kesildiğinde, “Demek uyduramadın, bulupbuluşturamadın ha!” derler. De ki: “Ben ancak, bana Rabbimden ne vahyolunuyorsa ona uyarım. İşte bu Kur’ân, (sizi yaratan, büyüten, koruyan, rızıklandıran) Rabbinizden gözlerinizi açacak, gerçeği görmenize yardımcı olacak iç idrak ışıklarıdır ve inanmaya açık bir topluluk için hidayet kaynağı ve (hayal bile edemeyeceğiniz genişlik ve berekette) bir rahmettir.”
203
وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Kur’ân okunurken hemen dikkat kesilip ona kulak verin, susup dinleyin ki, rahmete erdirilesiniz.
204
وَاذْكُرْ رَبَّكَ ف۪ي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخ۪يفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِل۪ينَ
Rabbini sabah ve akşam içten içe, yalvararak, ürpererek, yüksek olmayan (fakat kendinin işitebileceği) bir sesle zikret ve sakın gafillerden olma.
205
اِنَّ الَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ
Hiç şüphesiz, Rabbinin huzurunda bulunan (melek)ler, asla büyüklenip de O’na kulluk ve ibadetten geri kalmaz; (her türlü noksanlıktan, ortağı olmaktan, insancin gibi şuurlu varlıkların O’na atfettiği bütün uygunsuz vasıflardan) O’nu daima tenzih ve yalnızca O’na secde ederler.
206

Sureler

Mealler